Araştırmacı - Ozan
- Öykücü.
ÖĞRENİMİ
İLK
OKUL: ilkokulu, Yenicekale'de,
ORTAOKUL-LİSE:
Maraş İmam Hatip Lisesinde,
ÜNİVERSİTE:
1978 Yılında, H. Tepe Üniversitesinde tamamladı.
EDEBİ
HAYATI : 1976 Yılında Ankara’da yayınlanan Kıyam isimli Edebiyat Dergisinin
yayın yönetmenliğini, zaman zaman, kimi edebiyat dergilerinin yayın
danışmanlıklarını yaptı. Çalışmalarına şiirle başladı, öykü, deneme ve
günlüklerle devam etti.
Yedi
İklim, Hece, Edebiyat Ortamı, Yalnız Ardıç vb… dergilerde öyküler, Yeni Devir,
Yeni şafak, Akit vb. gazetelerin Kültür Sayfalarında, deneme ve günlükler
yazdı.
ESERİ:
Öykü dalında tek ALAZ adında kitabı vardır.
------------
şiirinden
Örnek
ayak
Sesi
köşeden
sola saptın mı
sağlık
ocağı görünür
bir
çocuk ağlar sebepsiz
bahçede
bir kadın yürür
önce
ayak sesi sonra kokusu gelir
buğusu
demli çayın da
görün
bana kapını yüzüme vurma
güz
sonunda kış başında
hülyam
yakın gönlüm uzaktı
hava
kararmadan daha
bahçesindeki
ağaca
bir
kuş kondu bir kuş kalktı
--------------
heybem
boş
Ha
vurdular aha vuracaklar beni
Azrail
çevirir ölüm kucaklar beni
Dilenciyim
heybem boş sana geldim
Senin
kapından kovacaklar beni
Güneş
değil ateş değil aşk değil
Yakar
daha başka sıcaklar beni
Darağacı
yanda divan kurulur
Sorgusuz
sualsiz asacaklar beni
Susadım
aşkına nasıl geleyim
Bir
hiç uğruna uçurur uçaklar beni
Bağrıma
binlerce hançer saplanır
Kesmez
bildiğimiz bıçaklar beni
Ha
vurdular aha vuracaklar beni
Azrail
çevirir ölüm kucaklar beni
----------
acı
acı
Geriye
döndün mü çamurlu yoldan
orada
bir park var ismi Dudayev
İçinde
çimler çok, yeşil ağaçlar gür
Burada
kirveler var
Yörükler
de
Yıldızlar
doğunca ay vurunca
köpekler
ürür
(Sormuşlar
nereye gidersin böyle
Karınca
demiş ki yolum Kâbe'ye)
Akşam
efkar gece hüzün
Sonra
kar yağar yağmur çok ince
Hayat
ölümlü
De
neyin anlamı var ki
Hasan
üşüyünce Ferit buyunca
Üşüyeni
gördüm titreyeni de
Ocak
yanmayınca soba tütünce
---------------
GÜNLÜKLERİNDEN
ÖRNEK
19
Temmuz 1997-GÜVERCİNLİK: İnanılmayacak kadar mavi ve çok soğuk burada Ceyhan’ın
suyu. Karşıda suya dökülen iki kaynak. Gölgeden gölgeye koşan keçiler. Suya
dalan çocuklar ve çocukları imrenerek seyreden (Kaya, Bayram, Nurettin, Osman
ve ben. Altı yıl sonra da İzzet.) bizler.
Suya
bıraktığı karpuzu yakalamak bahanesiyle eteğini çemreyip suya giren, eskilerde
yitirdiğim tanıdığı andıran günahkar bakışlar. Ve bir öykümün temelinin
atılabildiği ilham kaynağı mekan.
15
AĞUSTOS, BAŞKONUŞ
ÖĞLE
SONRASI
“Baba
gidelim mi? Diyorum. Babam durgun. Ama içi huzur dolu. Sakin.
“Gidelim.”
Diyor.
“Köy
ne kadar çeker?” diye soruyorum. (Yaya.)
“Bir
saat falan” diyor.
“Falan'ı
ne? Diyorum.
“Falan'ı,
belki yarım saat fazla olur”. Diyor.
Artık
yoldayız.
75’ini
aşan babam önde. Ben ortada ve Hasan geride. Boğaz yolundan Meydan’a. Oradan
Goğuk (içi oyuk) Çınara, Yatıkkoz ve Köy’e... Yol boyunca gördüklerimiz, her
ağacın gölgesinde bir ailenin olması. Babam, tanımadığı ailelerden bile hal – hatır
sormakta. (Ben ve Hasan mahcup olsak ta.) Babamın bu içtenliği herkesi memnun
etmekte, tanımadıkları insanlar dahi babamı sofralarına davet etmekteler.
“Bir
bardak çay olsun... bir dilim karpuz....”
Babam
bu, kolay kolay kimsenin bir lokmasını alır mı?
Yolda,
zaman zaman gerilerde kalan Hasan, şimdi bir sincapla uğraşmakta.
İKİNDİ
ÖNCESİ: Boğaz’da (Meydan) bir tanıdık. Babam, bacanağını ziyaret için bizden
ayrılıyor. Hasan’la ilerlemekteyiz. Bu mevsimde bile yeşil kalan düzlüğe
geçiyor. Karaardıç’taki suda dinleniyoruz.
İKİNDİ
: Babamın yönü köye. Öğleye (namaza )yetişebilir miyim diyor bana. “
yetişebilirsin ” diye yüreklendiriyorum onu. “Yetişebilirsin babacığım diye
ekliyorum sonra.”
Bir
bayırdan ineceğiz.
Sen
buradan inemezsin diye şakaca takılıyorum ona.
İnebilirim,
ben zayıfım, diyor babam.
Minnet/rica
verdiğimi avuçlarında sıkıyor. “Anneme selam söyle !” diyorum ona.
AKŞAM
: Hafızası yerinde, sıhhati yerinde olsa da, yine 73 yaşın verdiği bir burukluk
gözlemek mümkündür iyice bakınca yüzüne. Elleri de dahil bir titremenin
olmadığına eminim. Belindeki büküklük zayıf ve uzun boylu babamı oldukça
küçültüyor. (Küçük gösteriyor).
GECE
: Ondan ayrılırken, ben; “emrin var mı? ” demiş, “asıl senin bir diyeceğin var
mı? ” cevabımı almıştım. “Var” demeliydim. Demedim. O an için düşünemedim.
Onunla köye gitmeliydim. Gece köyde kalmalı, onun anlatacaklarından bir/kaç
öykü temeli oluşturmalıydım.
Meryıl
, öykümü ona borçluyum. Babam anlatmıştı. En sevdiğim öykülerden biri Meryıl .
Kilisenin çocuğu, ilerleyen yıllarda genç kızı ve kilisenin kadını Meryıl .
Doğal bir öykü. Sıradışı. Duyduğuma göre Döngele’de dört kilise varmış.
(Bunları Ali’den duydum. Eğer doğru değilse, Ali’nin yalancısıyım). Ben birini
bilirdim. (Bir olarak biliyordum). Hiç olmazsa kalanlarını da öğrenebilirdim
babamdan.
Geceleri
gördüklerim kabus mu, al basması mı? Nasıl dayanılır gördüklerime? Canım babam,
seni yedi yılın sonunda görmez biri olarak telakki ediyorum. Karşımda sen,
gözlerimde yaş yani kararan dünya.
O,
hep eskiyi hatırlıyor. "Eskileri, yani çocukluğumu, gençliğimi ve askerlik
ünlerimi daha net hatırlıyorum." diyor sorunca.
Hani,
nenem büyük amcamla (amcam askerden gelmiş bir gençmiş o yıl.) heybeler dolusu
hediye ile şehre gelin verdikleri halamı görmeye giderler. ilk gidişleri bu.
Babam askerlik öncesi yetişkin bir genç. Akşamdır. Davardan gelmiştir. Keçilker
arasında kuzlaması (doğum yapması) yaklaşan keçiyi bulamazlar. "Keçi
yok" der evin kızı. (Bu kız; 22 yaşında doğumdan vefat eden Hatice
halamdır. O zamanlar 12, 13 yaşlarındadır.) Araştırırlar. "Evet yok"
der dedem. Karanlık. Yağmur, daha da karartıyor her yanı. Hatice halamı eve
bırakarak aramaya çıkarlar. "Başkonuş'un eteklerine kadar aradık, diyor
babam. Ama bulamadık. "
"Sabahleyin
yine gittim. Gece, üzerine varmışız da hayvan korkusundan ses
çıkaramamış."
Halamı
Kürt Ali adında birine nişanlarlar sonraki yıllarda. Halam güzel bir kızmış.
"vermesek miydi acaba!" babam sürekli bu sözü söylenir dururdu. Sonra
" verilmesi gerekiyormuş ki, vermişiz." derdi. "Yazgı",,
derdi, "takdir" derdi.
Kürt
Ali, yıllar önce Bulgaristan'dan göç eden bir aileye mensup. Manevi yaşamı
sıkıntılı. Ama Mehmet amcamın arkadaşı olduğundan, Mehmet amcamı
kandırıyor ve amcam Kürt Ali lehine seçimini yapınca güzel kız Kürt Ali'ye
gidiyor.
Halamın
22 yaşındaki ölümü dedemi ve nenemi perişan ediyor.
Dedem,
kızının mezarı için taşlar söküyor toprağın katmanlarından. Ne büyük
taşlar. Kürt Ali bu taşları uzaklardan sırtı ile taşıyor.
Çocukken
bu taşlara imrenirdik.
Sonra
mezarı başında bir servi ağacı kendiliğinden filizlendi. Bizler çocukken kuşlar
tarafından dikilen (karatavuk kuşu yediği ardıç tohumunu muhakkak bir ağaç
bitsin diye bırakırmış.) Servi ardıcı.
Ağaç,
bizimle büyüdü. Yaz aylarında gölgesinde keçiler ve koyunlar barınır oldu. Kurt
kuş ta meyvelerinden yediler.
Karatavuklar
meyvelerinden yeni ağaçlar diktiler.
Bir
gece kızkardeşim Hatice rüyasında mezara büyük bir nur inmekte olduğunu
görür...
İşte
bu rüya babamı mutlu ederdi. Mutlu ederdi ki, sık sık anlatırdı.
Sonra
kaybolduğunu anlatırdı. Çocukmuş. 3-4 yaşlarında. Dedem ve nenem babam ile
Emine halamı evde bırakarak bağı tımara gitmişler. Evin kızı (Emine halam) onu
küstürmüş. Babam, dedemlerin gittiği yeri tahmin ettiğinden batıya yönelmiş.
Bir saat sonra Gölyeri denilen yerde yol çatallanmış. Sağa mı gitse, sola mı?
Babam ters yönü seçmiş. Yolu çıkaramayınca da oyuna başlamış.
Erkek,
atında binili, kadın yaya birileri gelmiş. Babamın kaybolduğunu bilmişler. Genç
kadın adama dönmüş, "dayı demiş, hani gelirken bağı tımarlayan kadın ve
erkek vardı. Onlar olmasın." demiş.
"Evet
onlar olmalı." Genç kadın "dayım beni kala alıyor." diye
sevinmiş.
Erkek,
" Kadı'nın kardeşi Mehmet" diye seslenmiş ya, nafile.
Sesini
duyuramayınca da babamı atına almış. Evli halamın (Fatma) köyüne götürmüş. Evli
halam, babamı kaybeden halamın köyüne (burada köyler birbirine bitişik)
seslenmiş. Kardeşini kaybeden Emine halamın gözleri kan çanağı.
Askerlikteki
anılarını anlatırken gözleri yaşarırdı; "Mağaralı Camisi de atlara ahır
olmuştu. Bizi camide gecelettiler. Yalnızca bir araba var şehirde. Üzeri açık.
Bindirdiler. İki halan el sallıyordu araba kalkınca, gözleri yaşlı.
Türkoğlu'ndan tirene bindirdiler. Günler sürdü tren yolculuğu. Marmara'nın
dağlarını unutmak namümkün. Ali Çabukel ile Hüseyin Altıparmak ve ben yakın
köylerdeniz. Bir de Hüseyincik. Atlar bir tarafında ahırın bizler bir
tarafında. Bitler ve pirelerle boğuşmak günlerce, aylarca ve yıllarca. 2. Dünya
savaşının ortası. Bir gece nöbetinde, nöbetçi sahile bir şeylerin vurduğunu
görür. Denizaltı diye uyandırıldık ve ateşe başladık. Sonra balıkçılar
tarafından Yunus balığı olduğu söylendi."
"Düşman
uçağı üzerimize üzerimize geldi. Enginden. (Alçaktan.) Defalarca ateş edildi
ama nafile. İlerleyen günlerde uçağın düştüğü haberi alayın üstündeki ağırlığı
hafifletti. "
----------------
ÖYKÜLERİNDEN
ÖRN.
MERİ’NİN
ÖYKÜSÜ*
Filipinli
Ayşe, aylar süren gemi yolculuğundan sonra artık özlediği mekana gelmişti.
Kabe.
Bir
akşamüzeri Yemen yönünden esen hafif rüzgara sırtını dayayan genç kızın
yaklaşmakta olan biri dikkatini çekti.
Kısa
boylu ama ya yaşı ne kadar, diye düşündü genç kız.
Orta
yaşlı dedi sonra kendi kendine.
Evet,
orta yaşlı kadın elindeki bardağı musluğa uzatıyor, dolduruyor ama bardak
dudaklarına ulaşmadan kalabalığın arasından çıkamıyor, bardaktaki zemzem
dökülüyor.
Ayşe
kalktı, kadından aldığı bardağı doldurdu ve kadına sundu.
Bu
olay: Ayşe ile Endonezyalı kadının arasındaki dayanılmaz ünsiyetin başlangıcı
idi.
Endonezyalı
kadın Ayşe’yi kendine çekti. Kucakladı ama öpmedi.
---
Ayşe,
ikinci gün tavafa giden arkadaşlarından ayrılarak tefekkürü tercih etti.
Altın
oluğun karşısındaydı. Seçtiği tefekkür için Makamı İbrahim’i görmeliydi. Bu
yönde yer
aradı,
buldu.
Başını
ağır ağır kaldırdı.
Gözleri
Beyt’in kapısına kadar yükseldi.
“Allah'ım
ben şehadet ederim ki Senden başka ilah yoktur.”
Gözlerini
kapadı.
“Yine
şehadet ederim ki Muhammet Senin kulun ve elçindir.”
Şimdi,
kapalı gözleri, Ayşe’yi çağlar öncesini götürüyor:
İsmail
Peygamberin koyunları uzun uzun yayıldı. Bu yayılma genç elçinin kendilerine
öğrettikleri doğrultudaydı. Birisi de Haram sınırlarını aşmadı.
Çocuk
keçilerden önce anneye doğru koştu.
Cürhümlü
gelin çocuğunu sevdi.
Tepeden
inen adamın yaklaştığını gördü.
Ne
güzel ihtiyar, dedi. Hiç te yorguna benzemiyor.
Gelin
güldü.
Gelin
niçin güldü?
Kızım
kocan nerde? diyor yaklaşan yaşlı adam.
Gelin
ihtiyara imrendi ve güldü.
Ne
güzel ihtiyar, dedi yeniden.
Kızım
kocan nerde, dedi ihtiyar.
Avda.
Üzerinde
üç beş çalıdan başka nesne olmayan siyah taşlı dağlar, seyrek ağaçların arasına
saklanmış, kuş uçmaz ve kervan geçmez yerler. Bu ıssızda ne yaparlardı?
İhtiyarın sözleri bu doğrultuda oldu.
Ne
yersiniz?
Et.
Ne
içersiniz?
Su.
Allah
eti ve suyu mübarek etsin.
O
çağda Mekke toprağında henüz tahıl yoktu. Olsaydı ve gelin “bir de ekmek
yeriz,” deseydi, yaşlı elçi ekmek için de dua ederdi.
Kocana
selam söyle kapısının eşiğine sahip olsun.
İnip
dinlenmez misin?
Hayır,
diyor, peygamber. İçinde Sara’nın sözleri gizli. “İsmail’in evinde gecelememek
şartıyla…” kopardığı izin.. . Sözüne sadık kalmalı Peygamber. Amcasının kızı ve
ilk inananlardan karısı. Onun darılması, gücenmesi yaşlı elçiyi yaralardı. Hem
evlenirken verdiği söz de bu doğrultudaydı.
“Ömür
boyu başkasıyla evlenmemek şartıyla.”
“Ömür
boyu başkasıyla evlenmeyeceğim.”
“Ben
istemedikçe,” dedi Sara.
“Evet
sen istemedikçe.”
Ve
akşam oluyor.
Kokusunu
alıyorum, diyor avdan dönen genç elçi.
Ra’le,
mutlu.
Demek
eşikten söz etti.
Öyle?
diyor Cürhüm’lü gelin.
O
benim babamdı. Seni sahiplenmemi istemiş.
Ra’le
mutlu.
Ne
mutlu Rale’ye.
Demek
babandı.
Evet,
onun için ne yaptın?
Saçını
yıkamayı teklif ettim, diyor gelin, atından inmeden ayağını Haram’a dayadı,
sağa döndü, ben de sağını yıkadım. Sonra sola döndü, ben, sol tarafını yıkadım.
Genç
kadın neşeli. İşte kanıtı diyor ve taşa çıkan ayak izlerini gösteriyor.
-----
“Seni
noksan sıfatlardan tenzih ederim.”deyip başını kaldırdı.
Ayşe’nin
derin tefekkürü bitmişti.
-----
İkinci
gün yine aynı saatte, aynı yerde oturan Ayşe, saatlerden beri okuduğu mushafı
yerine bırakıyor. Dizlerinin uyuştuğunu hissediyor ve ayaklarını ileri doğru
uzatarak gözleri yukarılarda, Allah'ın evini seyrediyor.
Uzatılan
zemzemi içmesi sonrası tavrı onun kandığını gösteriyor. Endonezyalı kadın boş
bardağı genç kızdan alıyor. Elleri ne de sıcak diye düşünüyor.
Ayşe
ayakta ve kucaklaşıyorlar.
Bu
ikinci kucaklaşma, uzun sürüyor.
-----
Gelen
nişanlısı Ali idi.
Davranışlarını
anlar gibi değilim diyecekti ki Ali, Meri Ali’ye başını çevirmeden konuştu.
“Dinle Ali,dedi, seni aramadım, ya da senden kaçar gibi göründüğüm doğru değil.
Bu kutsal mekanda bunlara gerek yok.”
Ali’nin
içi rahatlamıştı.
Nikahlısıydı.
En azından günde bir selamlayabilirdi mahremini.
“Gerek
yok, dememem seni hafife almam anlamı taşımıyor elbet. Birinin gerekliliğini
duyumsamak anlamı benden uzaklarda.”
Bunları
söylerken ablasının bir anlık yokluğu ona dayanılmaz geliyordu.
“Bilmiyorum
ömrümde bir daha bu yerleri görebilir miyim. İşte göremem faraziyesiyle
insanlardan
kaçmak, dilini dişini bilmediğim insanlar arasına dalarak günümü Ma’budumun
hayaliyle geçirmek istiyorum.”
-----
Öyle
de yaptı.
Bu
düşündüğü gibiydi.
Ablası;
Ayşe’yi
oteline davet etti.
Endonezyalı
kadınlar genç kızın çevresini sarmıştı. Merak ediyorlardı, çünkü günlerce
konuşulan oydu. “Bir gün size birini getireceğim ki, tam hacılık vasıflarına
vakıf” derdi hergün. Diğer odalardan da geldiler. Ayşe’nin dokunmadık yerini
bırakmadılar. Bunun 3 nedeni vardı:
•
Hacılık bana da bulaşsın düşüncesinde olanlar,
•
genç kızın kutsal biri olduğunu düşünenler
•
ve kendi uluslarının insanlarından apayrı bir yaratılışta olduğunu düşüncesini
taşıyanlar.
İşte
hacılık vasıfları taşıyan biri ayaklarına gelmişti.
Biri
saçlarını öperken, biri küpesini çekiştirdi.
Genç
kız acı hissetti ki, “küpeye hiç te gerek yokmuş”
diye
düşündü. Biri burnu neden bizlerin burnu gibi değil, neden gözleri çekik değil
düşüncesiyle suratında el değmedik ve öpmedik yerini bırakmadı.
Bir
birlerine Meri diye hitap etmeleri genç kızı şaşırttı.
Sanki
burada herkesin ortak bir adı vardı:Meri.
Gözlerini
iri iri açtı, etrafına şaşkınca bakındı. Ayşe’de, Afallama emarelerini gören
yaşlı bir kadın gülerek Ayşe’ye doğru yürüdü, yüzünü avuçlarına aldı ve Meri
dedi.
Bunun
üzerine hep bir ağızdan Meri diye haykırdılar.
O
günden sonra adı Meri oldu. Meri geldi, Meri gitti.
-----
Meri
dedimse öyle basit yaratıklardan olduğunu düşünenleri şeytan çarpsın.
-----
Bir
yatsı namazı sonrası.
Vakit
epey geçmişti.
Bıraktığı
yerde ablasını abdest alıyor buldu.
Zemzemle
abdest almak elbet hoş.
Sen
ne mırıldandın, dedi ablası Meri’ye.
“Zemzemle
abdest herkese nasip olmaz, dedim” dedi Meri.
Bu
gün de bu kadar değildi elbet.
İbadetleri
burada tamamlamak gerek diye düşündü.
Gecenin
kalan vaktini de başka çeşit değerlendirelim, düşüncesi ile Mabette ayak
basmadık yer bırakmadılar.Ya da kendi düşünceleri bu doğrultudaydı.
Ablasının
yorgunluğunu hissetti.
Safa
tepesine oturdular.
Aslında
Meri’nin arayıp ta bulamadığı yerlerdendi burası.
Önce
boynuna sarıldı ablasının. Küçük ve basık burnunu okşadı.
Ablası
da onun simasında öpmedik yerini bırakmadı.
Taşlar
üzerine oturdular.
Başı
kendiliğinden düştü Meri’nin.
Ablası
dizine aldı.
Beliklerini
çözdü ve yeniden, ülkesinin örfüne göre ördü.
Böylesi
daha güzel.
Ablası
uyuyan Meri’ye bir annenin dizinde uyuttuğu kızına yaptığı muameleyi yaptı.
-----
Ablam
benden uzaklaştı diye düşündü Meri.
Hayır,
ablasının Meri’den kaçmak gibi bir düşüncesi yoktu. O, yazgısının emirlerine
boyun eğiyor, adımları öleceği yere doğru çekiyordu.
Ablası
iki Türk hemşirenin arasındaydı.
Ablam
beni ekti, diye düşündüğüne pişman oldu.
“Kainatı
ayakta tutan Rabbimden bağışlanma,” dilerim.
Hemşireler,
ülkelerindeki çocuklarına oyuncak bakınmak için mağazaya girdiler.
Hemşirelerden biri, Meri’nin ablasına elindeki oyuncağı alayım mı diye
gösteriyor.
Çok
güzel bir oyuncak, diyor Meri’nin ablası.
Meri’nin
ablası da ülkesindeki oğlunu düşündü.
Ben
de almalıyım dedi sonra.
Tam
bu sırada gürültü.
Otel
çöküyor, diye sesler geliyor.
Kaçışmalar
sonra. Ama ne hemşireler, ne de abla kaçabildi.
Ömürleri
buraya kadarmış.
Meri,
toprak ve duman yığının içinde kalan ablasını böyle düşündü: Olacağı bu idi.
Sekiz
katlı otelde, sıkıştırılmış insanlar.
Otel,
taşıyabileceğinden kat kat fazlası barındırıyordu.
Meri
ablasını imrenilecek yolculuğuna uğurlarken gözleri yaşlı idi.
Ve:
“Ey
Rabbimin misafiri, rahat ol ve mezarlığın Cenntül Mualla olsun. Sana ne mutlu!”
dedi.
-----
Arafat’ta,
111 nolu mektep yazan çadırlara yerleştirdi görevli.
İleride
erkekler, geride kadınlar.
Bir
ara Arafat tepesine çıkmayı düşündü.
Rahmet
Tepesi.
Ama
bu düşüncesine katılan olmadığından uygulama orada bitti.
Belki
de bu tepede gördü babamız annemizi, diye düşündü sonra.
-----
Arafat'ın
gezmedik, ayak bastırmadık yerini bırakmadılar ona.
Meri,
maneviyatta Arafat'ı ezberledi.
Uzunca
süren dualar var artık Meri’nin dudaklarında.
Cem’i
takdim sonrası Arafat Vakfesi onu düşürüyor, bayıltıyor. Bir hurma kütüğünün
düşüşü gibiydi genç kızın düşüşü.
Gerilerden
sesler geliyor. Sesler birilerinin düştüğünü beyan eder mahiyette.
“Düştü”
diyor bir hanım.
Ama
kimse de vakfeyi bırakacak değil.
Vakfe
bırakılır mı?
En
kutsal an.
Kutsallık
deneniyor.
Düşen
Meri, diyor başka biri.
Vakfenin
bitiminde Meri’ye sarılıyorlar. Kucaklayıp kaldırıyor genç kadınlar. İşte
hacılığı açıkça kabul olan kollarımızda. Öpmeliyiz onu.
-----
Meri,
Arafat’tan Müjdelife’ye yürümeliydi. Uzun sürecek yolculuk. Meşakkatli olması
onun umurunda değildi.
Duasını
yolculuğuna başlamadan yapmalıydı:
“
Misafirinim, bana bu uzun gece yolculuğunu kolaylaştır ve hacılığımı mübarek
kıl!”
Ve
yürüdü. 9 oto yolun Arafat’ı Müjdelife’ye bağladığını biliyordu. Bunun için
yollar sakin olsa gerekti.
Hayır,
ilerledikçe binler katlanıyor, sağlı sollu on binler, yüz binler, milyonlar…
Yol zaman zaman tıkanıyor, dakikalarca bekleniyordu.
Bir
an önce Müjdelife’ye varmak duygusu ile ilerledi. Bu iki dağ arasında gece
yolculuğu yapmakta yalnız olmadığını düşündü. Yol boyunca Hz. Adem ile Havva
anneyi hayelledi. Kendini öylesine unuttu ki Ali ile yan yana yürüdüklerini
Havva annesinin adımlarına bastığını farzetti. “Sevgili babam ve annem, dedi
sonra, nasıl yolculuk yaptınız o çağlarda buralarda? Dağların kurdu ve kuşu ve
ıssızlığı…” diyecek oldu, sonra korunduklarını düşününce vazgeçti, bu sözün
şeytandan olduğunu bildi ve af dileme maksadıyla yine ağladı. Geçenler guruplar
değil, sıklaştırılmış kafilelerdi. Çeşitli ulusların kafileleri filamalarıyla
geçiyordu. Ablasının ulusunu aradı. İşte geliyorlardı. Ne de uzun kafile, diye
geçirdi. Aralarında ablasını aradı. Derken kendine geldi. Adımları ilerledikçe
gerçeği anladı. Ayaklarını yıkayan ablası yoktu artık. Dizinde uyuduğu ablası
yoktu. Saçını yıkayıp taradığı, tırnağını kesip, kendini ihrama hazırladığı
ablası yoktu artık.
-----
111.
mektep yazısı onu durdurdu. Müjdelife’ye geldiğini bildi. Kapıdan içeri girdi.
Dilini bildiği ulusunun insanları arasındaydı artık. Arkadaşlarını bulmak zor
olmadı ama görünmemek düşüncesi ile gerilere giderek gecenin ikinci yarısında
akşam ile yatsının cem'i tehirine, arkasından da uzun sürecek vakfeye katıldı.
Vakfe
onu yine düşürdü ama bayıltamadı.
Oturdu
ve :
Sevdiği
duaları peş peşe tekrarladı. “Kendisinden başka ilah olmayan Rabb’ımın şanı
yücedir.”
“Sabah
namazına 2 saat var, yatarak dinlenelim.” Dedi görevli. O, bir taşa yaslanarak
tefekkürü tercih etti.
Mızkandı.
Meri
kendine gel.
Uzaklardan
gelen bir sesti bu.
Sese
cevabı:
Kendimdeyim,
oldu..
İşte
buradayım.
Verdiğim
sözü tuttum.
Emrindeyim.
Ses
anlaşılmaz kelimeler kullansa da, Meri, “Kendimdeyim, buradayım, verdiğim sözü
tuttum, emrindeyim..” kelimelerini tekrarladı durdu.
Uzun
bir gün. Bin yıl sürecek bir gün. Sıcak.
Meri’ye
bir bardak su veriliyor ve Meri yıllarca susamıyor. Dünyada zemzemimize gittin,
içtin deniliyor.
İç
bu suyu.
Arafta.
Bir
tarafta alabildiğine düzlükte kurulmuş çadırlar, yeşil ağaçlarda kuşlar. Solda
kaynayan denizler, köpüren alevler, lav püsküren dağlar, homurdanan zebaniler.
Dünyada
Arafat'ıma geldin, evime dahil oldun.
İşte
cennetim.
Sen
gözdelerdensin deniliyor ona.
-----
Cebrail’in
İbrahim Peygambere taşla fısıltısını algıladıktan sonra gerilerden gelen itişme
dalgası onu yere attı. Çokları daha yanında yatıyordu. İri yarı bir siyah kadın
kızı omuzladı. Diğer bir siyah kadın, önceki siyah kadına Fatma diye haykırdı,
Fatma kadının kollarındakini kucakladı ve yıkılanlardan uzaklaştırdı.
Farklı
dillerin oluşturduğu bağrışmalar, yakarışmalar birbirine karıştı. Kimse bir şey
anlamıyordu.
İtişme
dalgası durdu.
“Lanet
olsun sana şeytan…” dedi biri.
“Lanet
olsun sana, yıllardan beri canımızı alırsın.” Seslerinden, ölenleri çokluğu
anlaşılabilirdi.
Dakikalar
sonra yetişen ambulanslar.
Ambulanslar
içeri girmede, ölülere ve yaralılara yetişmede zorluk çektiler.
Fatma
adındaki siyah kadın Meri’yi ambulansa taşıdı.
Meri’nin
, yüzünde ezilmeler vardı. Sonra, ayağında burkulma ve tüm bedeninde sızlama
olduğunu duydu.
Şeytan,
say, veda tavafı ve ziyaret.
Vaktinde
yapamadığı 3 vecibeye, 1 farza hayıflandı.
Hastane
sonrasına, (şeytan kaçmıştı çünkü.) 2 vecibeyi ve farzı yerine getirdi.(Sundu)
-----
*
O sene, benim de hacca gittiğim sene
çöken
otel ve yaşanan izdiham etrafında
Filipinli
bir genç kızla, abla dediği
Endonezyalı
kadının öyküsü.
-------------------------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder