İlahiyatçı
- Yazar.
DOĞUMU
: 1955 yılında Maraş (Hartlap) doğdu.
ÖĞRENİMİ:
İlkokulu Şehrinde, İmam Hatip Okulunu Diyarbakır'da, Yüksek İslam Enstitüsü'nü
Kayseri'de bitirdi. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı. 1980 yılında
Kahramanmaraş İmam Hatip Lisesine atandı ve 2003 yılında emekli oldu.
EDEBİ
HAYATI : Çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yayınladı.
Öğretmenliğinin
yanısıra uzun yıllar çeşitli ortamlarda dersler, seminerler, konferanslar ve
camilerde va'zlar vererek halk eğitimine katkı sağladı.
MEDENİ
DURUMU : Evli ve dört çocuk babası.
Emekli
olduktan sonra, kendi adını taşıyan ve halkı aydınlatmaya yönelik internette
site kurdu. Okur yazarlığını sürdürmenin yanı sıra, haftada bir veya daha fazla
ev sohbetlerine katılıyor, Elif Mescidinde hafta içi her gün “Tefsir dersleri”ni
devam ettiriyor, Cuma namazı öncesi Medine Camisinde va’z veriyor, bu arada bir
yerlerden davet gelirse gidip dinini anlatıyor.
ESERLERİ
1.
Anılar ve İbretler
2.
Bu Sistemden İslam’a
3.
İslamlaşma bilinci
4.
İslam Sancısı
5.
Arş Gölgesi
6.
Tasavvufun Anahtarı
7.
Alimin Önderliği,
8.
İslam’da Devlet ve Siyaset
9.
İlim ve Özgürlük
10.İlim
ve İktidar
11.İmanın
Kıymeti ve Korunması
12.İmanın
Etkisi.
--------------
SEVGİ
BİLİNCİ
Sevgimizi
sınamalıyız. Sevgimiz, bahçıvansız ağaç gibi olmamalı. Bir güzellik
kazanabilmesi için bakmalıyız ona. Hüday-ı nabit çiçekler gibi değil, eşsiz
saksılardaki laleler sümbüller gibi olmalı. Değilse, vahşi sevgi, dikenleriyle
yaralar bizi. Kan içinde kalabilir burnumuz, yanağımız. Acı çektirebilir bize,
bizi pişmanlığın kör kuyularına atabilir başı boş sevgi. Bir tutam ot
sevgisinin deveyi yardan uçurdu gibi.
Sevginin
ölçüsü Allah sevgisidir. O sevgiden kaynaklanır tüm sevgiler. Allah’ı
sevdiğimiz için Resulünü severiz, ana-babamızı, çoluk çocuğumuzu, eş dostumuzu,
hısım akrabamızı, halkımızı, tüm inananları, Allah’ı sevdiğimiz için severiz.
Sev dedi diye, sevgiye izin verdi diye, sevgi kanallarımızı açtı diye severiz.
Acırız, şefkat gösterir ilgileniriz insanlarla. Çünkü onlar Allah’ın evlad-u
ıyali gibidirler. Çünkü onları sevmemiz, çünkü hayvanları, bitkileri, taşı
toprağı sevmemiz, okşamamız, imar etmemizi Allah seviyor ve istiyor.
Allahın
izni ile severiz kadını, erkeği, altını, gümüşü. kantar kantar malları,
atları, otomobilleri, Allah’n ölçüleri içinde severiz. Bu yüzden onları, onun
şeriatı çerçevesinde kullanır, koyduğu sınırı aşmayız. İşin başında cazip gelse
de, mıknatıs gibi çekse de onların sevgisi bizi, gemleriz nefsimizi de, Allah
sevgisinin önüne geçirmeyiz. Onların sevgisi biztihi değildir. Allah sevgisine
ayarlı yani.
Sevgi
kuru bir laf değildir bizde . İğreniriz biz o kelimeyi yavan ağızlarda görürüz
de.. Sevgimiz belgelidir bizim. Belgemiz itaattır Allah’a ve Resulüne.. Hele
bir karşı gelsinler bakalım Allah’ın emirlerine, o zaman ne kendimizi severiz
biz, ne ana - babamızı, ne akrabamızı, ne de halkımızı.. bize bir leş gibidir
artık tatlı lokmalar, bize iğneli fıçıdır makamlar mansıplar. Altın ve gümüş,
atlar ve arabalar, bağlar ve bahçeler, canavar için yem gibidir, tuzaktır
kadınlar.. Bizimle bir alakası yoktur, artık kalabalıklardan teberi etmişizdir.
Kalabalıklara ancak tebliğ için, irşad için katlanırız.
Allah’ın
sevmediğini sevmek şirktir. Nifaktır sevgiye başka kıble aramak. Şeriattan
başka bir ölçü aramak kendimizi inkardır.
Hoş,
onsuz sevgi de olur muymuş, o da ayrı? “sırtlanları bile yırtıcılıkta geçenler,
dişsizse kardeşlerini bile yiyen vahşiler” nasıl sevgiden dem
vuracaklar?..Çocuğunu atan analar, babasını iten evlatlar, emeği sömüren, ırzı
payimal eden, insanları üç kuruş için katledenler her çağın Kabil’leri, O’ndan
ayrı düştüklerinden değil midir bu sevgisizlikleri..Sevgiye seranatlar
yazmaları bizi “ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” diyor, inançsız sevgiye
inanmıyoruz.
İslam’sız
insan sevgiden yoksundur. İşte çağ,işte çevre, işte sistem.. İşte haksız
şavaşlar, katliamlar, soygunlar, yangınlar, yoksulluklar.. İşte İslam’sız çağ..
Oysa
geriye, daha geriye, yüzyıllar geriye gidin, görürsünüz İslam devleti yürek
devletiydi, sevgi medeniyetiydi İslam. Vakıflar, tekkeler, dergahlar hep
sevgidendi. Şavaş bile sevgi adınaydı bizde..
O
sevgiye erişmek içindir yine kavgamız bizim. Cihad derken amacımız insanlığı
İslam medeniyetine erdirmek içindir, onurumuzu kurtarmak içindir. Onun bu
izzetsizlikte, sevgisizlikte kalmaması için,leş gibi bir hayat yaşamaması
içindir. Hayatına ve ahiretine hayat kazandırabilme içindir.
-------------
EĞİTİM
VE YÖNETİM
Baskıcı
yönetimler, hiç kuşkusuz İslamî eğitim ve öğretimi, özellikle de hukuk eğitimini
olumsuz etkilemiştir. Bu etki, bir yandan onlara değer vermeme şeklinde
olurken, bir yandan da onları kontrol altına alması, ilmî faaliyetlerinden
engellemesi şeklinde tezahür ediyoru.
“Marifet
iltifata tabidir.” Oysa saltanat döneminde, Yunan, Pers, Hint vb. kültürlere
ait eserleri tercüme edenler, kıssacılar, mev’izeciler iltifat görürken, Ebu
Hanife, Ahmet b. Hanbel, Malik b. Enes, Muhammed b. İdris eş-Şafiî gibi
müctehit alimler, o insanlığın yıldızları, o uygarlık kahramanları, o toplumun
gerçek önderleri, o dahi insanlar yerine göre göz hapsinde tutuluyor, fetvadan,
hukuki görüş bildirmeden engelleniyor, halktan tecrid ediliyor, zindanlarda
kırbaçlanıyor, zehirleniyor, hatta şehit ediliyolardı.
Hilafet
döneminde özellikle camilerde alabildiğine hür olan İslamî Eğitim, saltanat
döneminde güya “ehil olmayanların cehaletinden halkı korumak” gibi haklı
gözüken(!) bir mazerete binaen yapılıyorsa da, aslında niyet, sivil eğitimi
kontrol altına almaktı.
Alimlerin
bir kısmını tercih ile güçlerinden istifade, daha Muaviye döneminde başlamıştı.
Taberinin verdiği bilgiye göre Muaviye, kendi yönetimine sempati ile bakan
alimlere 300 ila 500 dirhem arasında değişen maaşlar bağlamıştı. (1)
Bu
durumlar karşısında, bir kısım alimler kendisini korumuş ve sultanlar
kapısından uzaklaşmış iken, maalesef yeni bir ülema(!) tipi de doğmuştur.
İdarecilere muhtaç oldukları her fetvayı vererek, ilimlerini ve ahiretlerini
dünya makam ve menfaatlarına satan alimler… Efendilerinin yanında bile
izzetleri olmayan saray üleması… Kapı kulları… Kötü alimler.[2]
Hepsini
itham etmiyoruz elbette ama, çoğu kez sultanlar, ehil olmayan insanları veya
daha ehil olan varken kendi tercih ettiklerini “şeyhulislam”lık, “kadı”lık,
“müderris”lik gibi makamlara atamış, böylece ilmin seviyesinin düşmesine sebep
olmuşlardır.
Oysa
bunun Allah (Azze ve Celle)’a, Resûlullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem)
Efendimize ve ümmete karşı bir ihanet olduğu daha önce zikrettiğimiz bir
hadisde açıkça ifade edilmişti.
Böyle
bir tayine alet olan Rumeli Kazaskeri Bostanzade, kendisini tenkit edenlere şu
manzume ile cevap vermiştir:
“Tecâhül
eyledin ey merd-i ârif, sual ettin cevabın bilürken
Gel
insaf eyle ne etsin kazasker efendi, hatt-ı sultânî dururken.”
Koçi
Bey de 4. Murad’a takdim ettiği risalede, “ilim yolunun haddinden fazla
bozulmasına en büyük sebep olarak vükelâ-i devletin liyakatsız ve ehliyetsiz
müderrisleri atamasını” zikretmektedir.
16.
yüzyıl Osmanlı tarihçilerinden Gelibolulu Mustafa Âlî, medreselerdeki eğitim ve
öğretimin seviyesi ve bunun sebepleri hakkında şu tesbitlerde bulunur: “Bu
ihmal ve liyakatsızlığa sebep, mevâlîzadelerin meydan almasıdır. Bunlardan
padişah hocalarının oğulları, çocukları; Şeyhulislam, kazasker ve eyalet
kadılarının çocukları, hiç sıra beklemeden küçük yaşta müderris oluverirlerdi.
Bunlar beşikte iken mülazım olur, konuşmağa başlayınca müderrisliğe yol açılır,
büluğ yaşına gelince molla olur ve tıraşı geldikten sonra 500 akçe mevleviyete
ulaşır. Nadiren eline kitap alsa bile o da muhâzarât, cönk ve gazeliyyattan
ibaret kalır.”(3)
Hayrettn
Karaman, bozulmanın sonuçlarını şöyle özetliyor: “Muâviye b. Ebî Süfyân'ın
haksız başkaldırısı ve çeşitli hîle ve düzenlerle iktidarı ele geçirmesinden
sonra gerçek hilâfet dönemi sona ermiş ve saltanat dönemi başlamıştır. Bundan
sonra gelen yöneticiler, halîfe ismini taşısalar bile hakikatte hükümdardırlar,
sultandırlar. Yönetimin el değiştirmesi ve -bilhassa amme hukûku sahasında-
icrâsı bakımından İslâm'a (şerîate) riayet etmemiş, kendi menfâat ve arzularına
göre hareket etmişlerdir. (İstisnalar var ise de genel gidiş bu istikâmette
olmuştur.) Şerîat amme hukûku ve siyaset dışında uygulanmış, sıra devlet
başkanının seçilmesine, vazife ve sorumluluklarına, halk-yönetici ilişkilerine,
vergi ve devletlerarası ilişkilere gelince şerîattan önemli ölçülerde yan
çizilmiş, halk ve ulemâ da bu eğri gidişe, yan çizmeye dur diyememiş, bozulanı
düzeltme gücüne ulaşamamıştır. Bu dönemde saltanatın en önemli menfî
etkilerini; bilim, düşünce ve söz hürriyetinin kısıtlanması, nüfuz
suistimâlinin yaygınlaşması, ictihad yerine taklîdin hâkim olması, İslâm'ın
teori olarak insanlığa sunduğu ideal nizâmın kurulamaması şeklinde
sıralayabiliriz.
1924'te
hilâfet fiilen kaldırılınca bir mânevî otorite boşluğu doğmuş, ümmet tesbih
taneleri gibi dağılmış, (daha önce başlayan dağılma hızlanmış) millî devletler
teşekkül etmiş, fakat buna hazır olmadıkları ve aralarında tesanüt de
kuramadıkları için bunlar da bağımsızlıklarını sürdürememiş, çoğu müstemleke
hâline gelmiştir. Zaman içinde yakasını müstemlekecilerden kurtaran İslâm
ülkeleri ve toplumları bu defa da kimlik bunalımına ve ekonomik sömürge
(sömürülme) tuzağına yakalanmışlardır.”(4)
-----------
(1) Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye, s. 288’den naklen A. Yaman, age. s. 111
[2]
Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz. Cemal Nar, Alimin Önderliği.
(3) Kayanaklarıyla zikreden, A. Yaman, age. s. 202
----------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder