Ozan
/ Yazar / Araştırmacı
DOĞUMU:
1959 yılında Maraş'ta doğdu.
ÖĞRENİMİ:
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden lisans diploması aldı.
ÇALIŞMA
ALANLARI: Bir çok ulusal gazete ve haber ajanslarında muhabirlik, çeşitli
gazetelerde röportaj, köşe yazarlığı, sayfa editörlüğü gibi bir çok alanda
çalıştı.
MEMLEKETİN
HALİ: Bazı ulusal TV. kanallarında,
Siyasetin İçinden , Karizma, Ne Olacak Bu Memleketin Hâli, İstanbul Sohbetleri,
Medya Metre adlı programlar düzenledi, editörlük ve program tasarımcılığı
görevlerini yürüttü.
ÖDÜLÜ:
Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin kültür ve sanat alanındaki Yılın Başarılı
Gazetecisi mansiyon ödüllerini kazandı.
JÜRİ
ÜYELİKLERİNDE YER EDİNDİ: Türkiye
Gazeteciler Derneği (TGC) ve Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) üyesi olan
Çokyiğit,
1.
2004 Yılında düzenlenen, 41. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Büyük
Jüri Üyeliği,
2.
2005 Yılında düzenlenen, 42. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ulusal
Yarışma Filmleri Basın Söyleşileri Koordinatörlüğü görevlerini üstlendi.
3.
2006 yılında Kültür Bakanlığınca düzenlenen, Sultan Alparslan ve Malazgirt
Konulu Senaryo Yarışması jürisinde,
4.
2007-2008 Yıllarında İzmit - Saraybahçe Belediyesince düzenlenen Kültürünü
Yaşat Kentini Anlat, Genç Yetenekler Kısa Film Festivali Yarışması, jürilerinde
yer aldı.
KONFERANSLAR
VERDİ: Çokyiğit, 2002 yılında Türk Ocağı İstanbul Şubesi’nde, Malkoçoğlu’ndan
Tarkan’a, Kara Murat’tan İstanbul Kanatlarımın Altında’ya, Sinemamızda Tarih
Algısının Niteliği ve Niceliği isimli konferans verdi. 2012 yılında ise Erciyes
Üniversitesi İletişim Fakültesinde Gurbet Kuşları Örneği ve Babıâlinin Yeşilçam
Algısı ve Yansıtma Biçimi konferansını verdi.
SERGİLERİ:
1. Çokyiğit, 2010 yılında 47. Uluslararası
Antalya Film Festivali’nde, Gazete Sayfalarındaki Türk Sineması ve Altın
Portakal sergisi;
2. Aynı yıl İstanbul’da, 96. Kuruluş
Yıldönümünde Gazete Sayfalarındaki Türk Sineması sergisi açtı.
3. Sinema Güç Birliği Merkezi resmi Açılışında,
96. Kuruluş Yıldönümünde, Gazete Sayfalarındaki Türk Sineması sergisini,
4. 2011 yılında Sinefest’11 - Bilkent
Üniversitesi Sinema Festivalinde, Gazete Sayfalarındaki Türk Sineması sergisi
yinelendi.
5. Yine, 2011 yılında, 48. Uluslararası Antalya
Film Festivalinde, Gazete Sayfalarındaki Türk Sineması ve Altın Portakal
sergisinin
ikincisini
açtı.
6. 2012 yılında Erciyes Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nde “Babıâli’nin Yeşilçam Algısı” sergisi; İstanbul’da 97. Kuruluş
Yıldönümünde Sinema Devlet İlişkileri sergilerini açarak, kültürel
çalışmalarını sürdürdü.
ESERLERİ
1.
Gitmesen Olmaz mı isimli yayınlanmış şiir kitabı var.
2.
Günümüze kadar çeşitli sanat alanlarında yaptığı değerlendirmeleri,
Yabancılaşma Estetiği ve Sanat başlığı altında kitaplaştırmak için
çalışmalarını sürdürüyor.
---------------
bir
şiiri
GİTMESEN
OLMAZ MI
Solgun
yüzünde bir uçuk tebessüm
Ayrılık
vaktinde şafak sökerken
Uzun
güne karşı koyamaz göğsüm
Gitmesen
olmaz mı? Daha çok erken
Bekle
biraz ne olur ezan okunsun
Güneş
usulcacık tüle dokunsun
Söyle
neden mahmur baygın mahzunsun
Gitmesen
olmaz mı çok da yorgunsun
Bir
saat çalacak komşu bir evde
Kumrular
uyanıp bir yakın yerde
Kuşlar
ötüşecek pencerelerde
Akşama
yeniden geleceksen de
Gitmesen
olmaz mı
--------------------
bir
yazısı
Geleneğin
Tadı
Büyük
Anneanne, sakin ve çok derinden gelen sesiyle, İstiklâl Savaşı’nın acıklı,
karanlık ve vahşi günlerinde gelecekle ilgili sual eden yakınlarına Şeyh
Efendi’nin sık sık tekrarladığı bir kehanetten söz ederdi. Şeyh Efendisi şöyle
dermiş: “Evran geldiğinde çok kan dökülecek!”.
Ben,
onlarca defa dinlediğim halde tüyler ürpertici kehanetleri yeniden duymak;
“fala inanma ama falsız da kalma” düsturunca bir fincana bakarak tekrar tekrar
uydurulan geleceği işitmek için hep esrarengiz bilgilerle dolu olduğuna
inandığım Büyük Anneanneye gitmek isterdim. Evleri, Divanlı Mahallesi’nde parke
taşlarıyla döşeli bir yokuşun en tepesindeki büyük düzlükte, bir ara
sokaktaydı. Etrafındakilerin aksine Büyük Anneannenin evi bir konak, mimari bir
miras değildi ama sahibesi bir Türk geleneğini yaşatan muhteşem bir kadındı.
Büyük
Anneanne, kahveyi hiçbir zaman öğütülmüş olarak bulundurmazdı. Daima çekirdek
halinde ve nemden korumak için bez bir torbada saklardı. Misafirleri geldiği
zamanlar, titreyen elleriyle torbanın içinden bir miktar kahve çekirdeği alır,
üstü kapaklı tavasına kor, kış aylarında mangalda, yazları ispirto ocağında
kavururdu. Biz onu bahar ve yaz aylarında ziyaret ettiğimizden olacak en çok
ispirto ocağında kahve kavuruşunu hatırlıyorum. Önce havayı keskin bir ispirto
kokusu doldururdu. Bu koku çabucak dağılır, ardından çok yoğun hatta insana
sarhoşluk veren bir kahve kokusu her yanımızı sarar adeta genzimizde
konaklardı! Kavurma işlemi bittikten sonra tek bir kabuk bile ziya edilmemek
şartı ile kahve, pirinçten el değirmenine aktarılır ve çekilirdi. Çünkü her
kahve çekirdeği kabuğu, pişmiş kahvenin üzerindeki köpüğün fazlalaşması ve
kremamsı bir kıvamla damağa lezzet bırakması demekti.
Değirmenin
ayarını, özellikle kahvenin iri çekilmesi için gevşek bırakırdı. Yani bugünkü
gibi pudra halindeki kahveden pişirip ikram etmek Büyükanane için dünyanın en
büyük hareketine uğramak olurdu herhalde. Sonra kaynatılıp dinlenmeye
bırakılmış, Pınarbaşı suyu cezveye boşaltılır, miktar-ı kifaye şeker ilave
edilir ve kahve soğuk suya katılır, titreyen ellerle karıştırılırdı. Eğer kahve
mangalda pişiriliyor ise mangalın külleri deşildikten sonra, cezve mümkün
olduğu kadar ateşin “serin” yerine sürülür, bu arada Tekel’in tütününden birkaç
sigara sarıldı. İlki hemen kahve olana kadar içilir, diğerleri fincanlara
boşaltılacak kahveyi beklerlerdi.
Büyük
Anneanne, Kahramanmaraş’ın son Mevlevi Şeyhi Selim (Yaman) Dede’nin son eşiydi.
Uzun, karışık bir yüzü, ak şeşinin altından sağa sola saçılan bembeyaz saçları
vardı. Torunlarının çocuklarını görmüş bahtiyar bir kadındı. Tekke ve Zaviyeler
lağvedildikten bir müddet sonra ebedi hayata göçen şeyh kocasının acısını,
yüzünde ve hüzünlü gözlerinde her zaman görebilirdiniz. Onu her zaman çok yaşlı
ve büyük bir hüzün abidesi olarak hatırlıyorum. Hatta hüzün eğer cisimleşmiş
olsaydı, mutlaka Büyük Anneanne suretinde görünürdü, diye düşünürüm.
Büyük
Anneannenin ne kadar önemli bir kadın olduğunu yıllar sonra bir tesadüf eseri
öğrendim. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın Cumhuriyet’in Kuruluşu’nun 50. yılına
armağan edilen Şiir Tahlilleri kitabı bir keşif yapmama sebep olmuştu. Bir
akşam vakti, Ulu Cami ve Maraş Kalesi manzarası karşısında, çocukluğumun en
güzel zamanlarını yaşadığım Ali Dedemin evinde, Faruk Nafiz Çamlıbel’in Han
Duvarları şiirini okurken yapmıştım keşfi. Böyle bir atmosferde, birden bire,
‘Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ın acıklı hikâyesi ile karşılaşmam, hayatımın en
ilginç tesadüflerindendir… Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış, yani “Büyük Dayı” ile
karşılaşmam elbette ki beni, derinden etkilemişti. Nasıl bir heyecan fırtınası
estirdiysem aile bir araya toplandı ve Han Duvarları şiirini baştan sonra
dinlemek zorunda kaldı. Şiir bittikten sonra, Büyük Anneannenin kızı, anneannem
Hatice Hanım’ın gözlerinden iplik iplik yaşlar geldiğini fark ettim. Bir müddet
sonra, Han Duvarları şiirinde hikâyesi anlatılan Satılmış'ın yani Mehmed’in
üvey ağabeyi olduğunu, ilk gençliğinde Şıh Turan Mahallesi’nde bir kıza
sevdalandığı için babası Selim Dede tarafından Şam’a okumaya gönderildiğini,
daha sonra Maraş’a geri dönemeden Birinci Dünya Harbi’ne katıldığını, geri
döndüğünde ‘ince ağrıya’ yakalandığını anlattı. Dr. Said Emirmahmutoğlu’nun,
Mehmed Yaman’ı, yani Maraş’ın son Mevlevi Şeyhi Selim Dede’nin üvey oğlu
Satılmış'ı, İstanbul’da Gureba Hastanesi’nde görüp konuştuğunu da anlattı. Ama
ne yazık ki, hikâyenin Milli Edebiyat akımının en büyük şairlerinden biri
tarafından ebedileştirildiğini ne Şeyh Selim Dede ne eşi Ayşe Hanım (yani Büyük
Anneannem) ne de Şeyhoğlu Satılmış görebilmişti!
O
akşam yemek vaktinin sarkmasına sebep olan bu acıklı hikâyenin peşini bir
müddet hiç bırakmadım. Dr. Said Emirmahmutoğlu Bey ile görüştüm: Doktor Bey,
asistanlık yıllarında ‘Şeyhim’in oğlu’ diye söz ettiği Mehmed ile Gureba
Hastanesi’nde gerçekten karşılaşmış ve onun verem olduğunu kendi ağzından dinlemiş…
Büyük Anneanne, evet nasıl büyük bir kadındı? Bir imparatorluğun çöküşüyle birlikte, üvey ve öz evlatlarının gözleri önünde birer yaprak gibi düşmelerini, bir imparatorluğun en büyük manevi kurumlardan biri olan Mevleviliğin diğer tarikatlar gibi lağvedilişini, Şeyh Kocası’nın bu acıya dayanamayarak ebedi hayata göçmesini ve daha neleri yaşamıştı… Büyük Anneanneye kala kala bir zamanlar Mevlevi Dergâhında yaşanan kahve seremonisinden başka bir şey kalmamış gibiydi. O büyük ve büyülü geçmiş artık iyice fakirleşmiş, çok şeyini kaybetmişti fakat özünü hiç yitirmemiş kahve geleneğinde yaşıyordu… Yaşıyordu çünkü onu gözlerimle gördüm. Büyük Anneannenin titreyen elleri ile kavurup, el değirmeninde çektiği ve mangala sürüp pişirdiği kahveden defalarca tattım. Bu geleneğin tadıydı. Geleneğin lezzetiydi…
---------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder