Öykücü
DOĞUM
YERİ: Türk öykü yazarlarının önemli isimlerinden Rasim Özdenören, 1940 yılında
Maraş'ta doğdu.
EĞİTİMİ:
İlk ve orta öğrenimini Maraş, Malatya, Tunceli gibi Güney ve Doğu şehirlerinde
tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini ve İstanbul Üniversitesi
Gazetecilik Enstitüsünü bitirdi.
KARİYERİ:
Araştırma amacıyla ABD'nin çeşitli eyaletlerinde, 1970 - 1971' de iki yıl kadar kaldı.
Dört yıl sonra, 1975'de Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi ve
aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı.
ALDIĞI
ÖDÜLLER : Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikayeleri TV filmi yapılmış, bunlardan ilki,
Uluslararası Prag TV Filmleri Yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır.
VERDİĞİ
MESAJ : Özdenören öykülerinde, değerlerinden koparılmış ve modern kentlerin
varoşlarında kıstırılmış bireyin / ailenin acılarını, yalnızlıklarını gündeme
getirerek yanlışa yönlendirilmiş ülke insanının yaşadığı çarpılmayı / kültür
şokunu kuşatıcı ve derinlemesine bir yaklaşımla öyküleştirmiştir.
-------
Eserleri
Acemi
Yolcu
Ansızın
Yola Çıkmak
Aşkın
Diyalektiği
Ben
ve Hayat ve Ölüm
Çapraz
İlişkiler
Çarpılmışlar,Çözülme
Çok
Sesli Bir Ölüm
Denize
Açılan Kapı
Düşünsel
Duruş
Eşikte
Duran İnsan
Gül
Yetiştiren Adam
Hastalar
ve Işıklar
Hışırtı
İki
Dünya
İpin
Ucu
Kafa
Karıştıran Kelimeler
Kent
İlişkileri
Köpekçe
Düşünceler
Kuyu
Müslümanca
Düşünme Üzerine Denemeler
Müslümanca
Yaşamak
Red
Yazıları
Ruhun
Malzemeleri
Toz
Yaşadığımız
Günler
Yazı,
İmge ve Gerçeklik
Yeni
Dünya Düzeninin Sefalet
Yeniden
İnanmak
Yumurtayı
Hangi Ucundan Kırmalı
Yüzler
ÜÇ
YAZISI
SİLAH
Som
kelimesinin cismin bölünemeyen en küçük parçası olduğunu öğrendiğimde
şaşkınlıktan nerdeyse dilimi yutacaktım. Nasıl olurdu? Bu, bir vuruşta dünyanın
altını üstüne getirebilecek kerte güçlü "şey" nasıl olurdu da
kavraması bile zor olan bir küçük parçacığa indirgenebilirdi? Kelimenin
Türkçe'deki volümü de aslında bir "heyula" varlığı çağrıştırıyordu.
Ben
atom kelimesini öğrendiğimde, öğrenmekle kalmayıp günlük hayatımda
kullandığımda daha çok küçüktüm. Beş yaşında falandım. Takdir edersiniz ki, o
yaşta bir çocuk kelimenin sözlük anlamından çok, ona yüklenen, onun
çağrıştırdığı anlama bakar. O tarihte, yani benim beş yaşımı sürdüğüm tarihte,
yani 1945 yılında atom kelimesine dünyanın bütün yükü bindirilmişti. Dahası da
var: bu kelime, o günün dünyasında, biz çocukların bile gündelik kullanımında
tedavül halindeydi. Çocuk oyunlarının arasında "atom bombası
kullanmak" deyimi veya Hiroşima kelimesi hasmımızı toptan mahvetme
anlamına geliyordu. Bize kimse atom bombasının mahiyeti üzerine tek kelime bile
etmemişti. Böyleyken, biz onun ne anlama geldiğini biliyorduk. İnsanı,
insanlığı toptan imha edecek güçte bir bomba olduğunu köküne kadar biliyorduk.
Ve aradan bir zaman geçecek -ki o, çocukluğa değgin bir zaman olduğundan
yaşlılara özgü zaman gibi çabuk geçen bir süre değildi, bilakis uzun, çok uzun
birkaç yıl idi...- biz Köroğlu'nun destanıyla karşılaşacak ve onun yüzyıllar
öncesinde "tüfek icat oldu mertlik bozuldu" mısraına vukuf peyda
edecektik.
Çocuk
muhayyilem ilkin, buradaki tüfeği yalnızca av tüfeği ile sınırlı tutmuştu.
Ancak giderek işin öyle olmadığını, bombaların, topların, ve.. atom bombasının
da, Köroğlu'nun mertliğe sığdıramadığı tüfekler arasında yer aldığını
kavrayacaktık. Her ne kadar, kovboy filmlerinde kullanılan tabanca, bu mertlik
konusunda kafamıza bir ölçek kuşku yüklemiş olsa da, gene de silah silahtır
diyorduk. O kuşkunun nedeni şuydu: o filmlerde tabancalar karşılıklı çekilirdi,
kim daha çabuk çekerse galip o oluyordu. Burada bir kalleşlik görmüyorduk.
Ancak "Kıpırdama, eller yukarı!" uyarısı tehdidi, her şeye rağmen,
rakibini apansız yakalamış olmanın işaretiydi. Dahası çoğunca, bu tehdit bir
pusudan sonra gelirdi. Fakat burada, biz çocuklar her zaman bir kalleşlik
görmezdik. Tehdit adamımızdan geldiğinde sevinirdik bile. Ama adamımız böyle
bir tehdide uğrarsa eseflenir ve hasmımıza diş bilerdik. Ancak her halükarda,
elinde tabanca tutan bir çocuğun bile, bir cihan pehlivanını, tetik üstünde
oynattığı bir parmak kıpırtısıyla devireceğinin bilincindeydik. Bizim, o yıllardaki
çocuk oyunlarımız arasında Hz. Ali ve muhalifleri olduğu gibi; beyaz Amerikalı
ile Kızılderili hasımları da vardı. Ve bunlara Amerikalı karşısında, şimdi
Japonlar da eklenmişti. Biz çocuklar, her defasında Amerikalı karşısında Japon
olmayı tercih ederdik. Çünkü Japonları kendimize, Türklere benzetirdik. Onların
da gözünü daldan budaktan esirgemeyen insanlar olduğu hususunda kesin bir
kanımız vardı. O yıllarda Japon güreşçiler Türklerden sonra en iyiler
arasındaydı. Böylesi yiğit, bahadır insanların bir bombayla, atom bombasıyla
basitçe mağlup edilmekle kalmayıp mahvedilmesi bize giran geliyordu. Bu gerçeği
içimize sindiremiyorduk. Bu öylesine bir köklü duyguydu ki, aradan yıllar
geçti, aradan bu yıl itibariyle tamı tamına 61 yıl geçti ve biz bu kalleşliği
hâlâ içimize sindiremedik ve bu gerçekliği hâlâ benimseyemedik. Çünkü mertçe
bir davranış yoktu ortada. Ve bu kalleşliği cezalandırabilecek aygıt (düzenek)
de görünmüyordu ortalarda. Hayır, öçten bahsetmiyorum. Kısası öneriyorum. Onu
uygulayacak bir toplumsal örgütlenme de görünmüyordu yeryüzünde. Sonraki
yıllarda o amerikan vahşetini aratmayacak vahşiliklerle de karşılaşacaktık.
Benim
indimde, her türlü dövüşte, savaşta, çatışmada hasmına savunma fırsatı
tanımayan savaşım adaletsizdir. Bunun yanında merhametsizdir. Bu kelimeler
eşanlı olarak kalleşlikle anlamdaştır. Bir bidonu kendine siper yapmış baba ile
çocuğunun kurşunlanmasında, bir dağ başında dört haydut tarafından kolları
taşla kırılıp öldürülen delikanlı tablosunda, hep aynı kalleşliği, o atom
bombasının savunmasız insanı öldürmesindeki kahredici duyguyu yaşadık,
yaşıyoruz.
---------
Berhava Edilen Mahremiyet
Korkunç.
Tut ki, özene bezene sakladığın, duvar kovuğuna, kitap arasına sıkıştırmaya kıyamadığın,
bizzat kendi kalbine itiraf etmeye güç yetiremediğin bir sır
Öyle
bir zarafetle üstüne titriyorsun…
Trene
bindiğinde, trenin o firaklı, insanın içini titreten ney sesinde, sırrını
karşına alıyorsun…
Gözlerin
trenin penceresinden dışarıya çevrilmiş…
Dışarıya
çevrilmiş, çünkü ola ki, o bakışta gizlenen sır bir yabancının gözüne değe..
bundan bile korkuyorsun…
O
sırra aşina olan birileri çıkar diye, sırrın köşe bucağını tahrif ediyorsun…
Bütün
ipuçlarını kemiriyorsun…
Bütün
işaret levhalarını yıkıyorsun…
Trafiğin
yön levhalarını altüst ediyorsun…
Gemidesin
veya daha mütevazı, bir vapur yolculuğundasın…
Vapurun
göğe savrulan dumanları arasında sakladığın sırrın yüzünün, orada sana
gülümsediğini fark ediyorsun…
Aman
Allah! O ne telaş! Ya, o aynı kara dumanın içinde bir başkası da ona nazarını
çevirirse?.. Ya, o yabancı nazarla, o sırrın çehresinde karşılaşırsanız?..
Bu
olmayacak ihtimal, imkânsızın bu kanırtılmış hali bile taşınması yürek isteyen
bir silaha dönüşür.
Bu,
tek başına taşınmak isteyen bir silahtır. Ortak kabul etmez. Şirke aman vermez.
Buna fırsat verdiğin anda, kendi sırrını kendi elinle mahvetmeye yürümüş
olursun.
Şairin,
elinde patlayan bir güllesi vardı, biliyorsun, elinde patladı. Sırrını ararken…
Ama
bu sonuç asla istenen bir durum değildir. Asla, asla, asla…
Sır,
sevgilidir. Sevgilinin bir adı vardır.
Sen,
rüyanda bile o adı telaffuz etmek istemiyorsun.
Ardından
koştuğun ceylanın, seni, ona götüreceğini biliyorsun. Koşuyorsun.
Bacakların
tutmaz oluncaya dek, kolların düşünceye, kalbin son darbesini vurasıya..
koşuyorsun. Ceylanın biraz sonra narin bir hayvancıktan, o sırra zarf olan bir
sise, elle tutulamaz bir cennet buğusuna dönüşeceğini kestirebiliyorsun.
Bağırmak, onun adını ünlemek istiyorsun.
Ama..
biliyorsun ki, sirenler ormanda da yuvalanmış olabilir. Sesine karşılık
ve-rildiği anda, sırrını kendi elinle faş etmiş olursun. Yakışır mı? Sığar mı?
Kan
ağlayarak susarsın. Sevgilinin adını bile ünlemeyi kendine yasaklarsın.
Uçmaya
bu sırla gideceksin. Kararlısın.
Bir
gün rüyandan uyanırsın ya da rüyanın tam içine gömülürsün: ikisi de bir.
Rüyada
gösterilen bir kapı..
Davetkâr
bir hışırtı işitilir. Tafta hışırtısı…
Orayı,
sırrın mutlak mekânı olarak algılıyorsun.
O
çatlaktan ya da yarıktan başını içeriye sokmaya girişiyorsun.
Sırrın
gözleri orada. Sırrın kalbi, elleri…
İşte
orada, oraya gözlerini açtığında, yaşanan hüsran dünyada hayal edilebilecek
hiçbir denaete denk düşmüyor: sırrın gözleri parçalanmış. Sırrın kalbine çakal
pençeleri takılmış, leş kargaları, akbabalar sırrın üstünde raks ediyor..
Birden
kopuyorsun.
Boşanıyorsun.
İki
gözün iki çeşme...
-------------
CELLAD
Geçen
hafta sonu 30 Aralık Cumartesi (Ülkemizde arife, Irak'ta ise bayramın birinci
günü), Saddam Hüseyin asılarak idam edildi. TV'de yansıyan görüntülerde veya
gazete haberlerinde, infaz esnasında, infaz memurlarının (cellatlar) ona kötü
muamelede bulunduklarını öğrendik. Cellatlar, kurbana (burada Saddam) infaz
esnasında hakaretler etmiş, hatta onunla münakaşaya tutuşmuş ve ipini
çekerlerken “Cehenneme git” diye bağırışmışlar. Bu vahim durum, bana, cellat
üzerine bazı mülahazalarımı tekrarlamama vesile teşkil etti.
Cellat
özel bir insandır. Onun işi, önüne getirilen kurbanın (mahkûmun) ölümünü
soğukkanlılıkla hazırlamaktır. O, infazın her safhasında heyecan duymadan,
kayıtsızlıkla, hissizlikle, hatta cansızca, fakat bunlara rağmen herhangi bir
aksamaya mahal bırakmadan “o işi” kotarmak zorundadır. Bu iş ancak ve ancak
cellat kişinin harcıdır. Cellada özelliğini veren “apathetic” kişilik var
olmadıkça, onun yaptığı işi kimse eli titremeden, içi burkulmadan yerine
getiremez. Değil “o işi” kendi elleriyle hazırlamak, çoğu kimse için o işin
seyircisi olmak bile bir mesele teşkil eder.
Ama
tekraren belirtelim ki, cellat bir iş kotarmaktadır ve o, o işe bir meslek
erbabının soğukkanlı tavrıyla yaklaşmak zorundadır. Bir terzinin biçtiği
kumaşa, bir berberin kırptığı saça merhamet duyması beklenmiyor. Cellat da,
kendi yaptı iş karşısında öyle davranır, biz bunun böyle biliyoruz. Ama.. ama
celladın yaptığı iş, aslında bir kumaşın kesilmesi, bir kılın kırkılması
türünden bir iş değildir. Cellat, canlı bir gövdeyi öldürüyor. Onun işinin
nesnesi, bir kumaş gibi, bir kıl gibi acı çekmesi düşünülmeyen bir şey
değildir. Fakat cellat, üzerinde “çalıştığı” nesnesine bir cansızmış gibi
yaklaşabilmekte ve onu bir cansızmış gibi muamelede bulunabilmektedir. Ona,
cellat olma özelliğini veren de, onun bu apathetic halidir.
Celladın
asal özelliğinin onun duygu dünyasındaki bu apathy halinin oluşturduğunu dile
getirmek istiyorum. Onda duygu paylaşımı (sympathy) veya duygu iştiraki
(başkasının duygusunu kendinde yaşama hali ve yeteneği empathy: einfuhlung
(özdeşleyim) söz konusu değildir. Celladın yaptığı işin başkalarınca
yapılamayışı, celladın bu apathetic kişiliğine bakılarak açıklanabilir. Çünkü
sıradan, normlarına uygun bulunan her insanda duygudaşlık ve özdeşleyim
özellikleri bulunur: bu hislerin yokluğu ise cellada mahsustur.
Aslında
celladın yaptı işe duygusunu karıştırmaması ondan yalnızca beklenen değil,
fakat aynı zamanda istenen de bir özelliktir. Bu, onun işini gereği gibi,
yüzüne gözüne bulaştırmadan, kurbanına acı vermeden gerçekleştirebilmesi için
gereklidir de. Öte yandan, onun, yaptığı işe duygusunu karıştırması halinde,
bu, ister duygudaşlık yoluyla olsun (ki bu durumda işini gereği gibi yerine
getiremez), isterse, kurbanına kin ve nefret duyma gibi menfi duygularla
yaklaşma hali olsun, ki bu durumda da o, infaz değil fakat başka bir iş ifa
etmiş olur. Nitekim cellatla kurbanı arasında, uç bir durum olarak kişisel bir
mesele bulunduğunu ve celladın işini mesleğinin gereklerini yerine getirmeyi
ihmal ederek kin, nefret ve intikam duygularıyla hareket ettiğini farz edersek,
bu durumda yapılan işin infaz görüntüsü altında cinayet olduğunu ileri sürmemiz
gerekir.
Fakat
sözü geçen olağandışı durum dışında, celladın cani olduğunu kabul etmiyoruz.
Cellat, apathetic bir kişi olmasına rağmen, o, hayatının gündelik seyri içinde
başka insanlardan farksızdır. O, gündelik hayatında ve başkaları karşısında
belki gene apathetic biridir. Ama bu durumu onu cinayet işlemeye sevk etmez.
Caninin ırası celladınkinden farklıdır, onda fıkdan halinde olan vicdandır.
Apathetic biri, başkalarının ölümü ve öldürülmesi (isterse bizzat kendi eliyle
olsun) karşısında kayıtsız kalır, ama bu durum onu cinayet işlemeye sevk etmez.
Oysa canide vicdansızlık hali vardır ve o, saikları ve sebepleri (bahaneleri)
neye dayanırsa dayansın, başkasını öldürme temayülleri taşır, çoğu kez de önüne
geçemediği bu temayüllerine ram olur. Cellatla cani farklı ıraya sahiptir.
Caninin öldürdüğü kişiyle kaideten kişisel bir meselesi vardır, oysa celladın
infaz uyguladığı kişi ile kişisel meselesi yoktur. Eğer cellat, kurbanıyla
arasındaki ilişkiyi kişisel mesele haline getirirse, infaz değil, fakat cinayet
ifa etmiş olur. (Bu mülahazalar ve daha fazlası için, bkz. Yüzler, İz Y. s.139
vd.)
----------------------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder