Ozan/Yazar/Çevirmen/ Hikayeci/Bürokrat
DOĞUMU: Pazarcık’ta 1955’de doğdu.
ÖĞRENİMİ:
Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü ve A.Ü. Eğitim Bilimleri
Fakültesi Psikoloji Bölümünü bitirdi. Yüksek lisans ve doktora yaptı.
YAPTIĞI
GÖREVLER: Enerji Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü, milletvekili danışmanlığı
görevlerinde bulundu. TİKA’da proğram koordinatörü ve Başkan Yardımcısı olarak
çalıştı.
EDEBİ
HAYATI
Yazıları, Çağa Kıyam, Aylık Dergi, Mavera, Yönelişler,
İlim ve Sanat, Yedi İklim, Yeni Devir, Zaman, Sağduyu dergi ve gazetelerinde
yayınlandı. Dünya edebiyatından çeviriler yaptı.
KURUCU
ÜYE: Kıyam, Yönelişler, Aylık Dergi, İlim ve Sanat ve Zaman gazetesi
kurucularından oldu.
DANIŞMAN:
Yenişafak ve Sağduyu gazetelerinde, Radyo Birlik, Kanal 7 ve Ostim Radyo-TV’de
danışmanlık yaptı.
ESERİ:
Kentleşme Sürecinde Bir Tampon Mekanizma Olarak Hemşehrilik - 2003’dir.
------
ŞİİRİ
1. AĞIP
HÜZÜNLE
Ölüm
tutuşmasıdır saçlarında zamanın
Kadife
bir elin tarayışı
Yıldızların
gülümsemesidir sükuna
Çökmüş
bir günün uzayışı
Ölüm
bir çizgidir kahkahasız yüzünde
İnci
şavkırması aydınlık dürümü
Mavi
ellerinde saflığın
Uzanan
karanfil demeti
Çılğın
gölgelerinde parmaklıkların
Ve
bir açılıp kapanan
Soluksuz
perde zindanlara
Ölüm
paslanmaz bir zincir gibi
Ulayandır
geceleri çocuk gülüşlerinde
Sarılmasıdır
bir anın
Parmaklarına
zamanın2. ÖLÜ
Gecenin
koynunda ay
Alımlı
gözleriyle tabutta ölü
Yün
yorgan sıcağı toprağı
Çeker
uzanır ölü
Bir
sonsuz uykuya
sonsuz uykuya
Doğurgan
tülü
Ölü
ak sütün bırakır başında
Göğsünde
papatya
Ay büyürken ellerimizde
Ay büyürken ellerimizde
3. ay
Ay
umutlar büyütür ellerimde
Bahçelerde
sevişmedir sürer
Ölümü
yeşertirken erik dallarında
Kedi
ve ben
Ay
uzaklaşır ellerimden
Güllerle
pembemsi susuyorum
Kedi
ölüm ve ben
adnan tekşen
çağa KIYAM dergisi / eylül 1977
-------------
BİR YAZISI
çağa KIYAM çağa KIYAM dergisi / eylül 1977
-------------
BİR YAZISI
BİR ÖĞRENCİNİN
GÜNLÜĞÜNDEN
GÜNLÜĞÜNDEN
Temmuz 1974
İstanbul'dan
bineceğiz trene. Bu nedenle birkaç gün önce geldik. Enstitüde toplanacağız.
Yolculuğa bir gün kala, ben de akrabalardan okula gidiyorum. Bir odada
kalıyorum birkaç arkadaşla birlikte.
- Demek
bu ikinci gidiş diye, ünlüyor biri.
- Tabi
ya, diye karşılık veriyor soru sorulan.
Sonrada devam ediyor.
- Şimdi
gideceğiniz üniversitenin müdürünün küçük bir çocuğu vardı. Çok severdik. Bir
gün baktık merdivenden düşmüş, ilk ben gördüm, alıp götürdüm çabucak çocuğu
sağlık odasına. Babası geldi sonra, olayı duymuş. Koşa koşa gelmiş korkarak.
Hemşire korkmamasını söyledi, ben de olup bitenleri anlattım. Defalarca
teşekkür etti bana. Gideceğimize yakın çevirdi beni. Bir daha gelmek ister
misin gelecek yıl buraya, diye sordu. Evet, dedim. Okula davet yazısı
göndermiş. Salt yol paramla harçlığımı almam yetiyordu. Parasız yatıp
kalkacağım pansiyonda.
Sözlerinin
burasına gelince hepimizi bir süzdü. Zaferinin sevincini, gururunu yaşamak
istiyor olmalıydı.
- Hem de,
diye ekledi, sizin gibi kurs derdi de yok bu kez.
- Kurs
sıkıcı mı oluyor ki diye sordu yanımdaki.
Daha
cevaplamasına fırsat kalmadan bir diğeri ekledi.
- Laf mı
seninki de, kurs işte adı üstünde. Ders olur da sıkıcı olmaz mı?
- ………..
Sıkılmıştım,
çıkıp oturdum biraz bahçede. Odaya döndüğümde, hala deminki konuşmanın
odağındaydı, anladığım kadarıyla.
- Bir
müddet ailesiyle aynı kompartımanda oturduk. Rahatça el şakası yapabiliyordum.
Hiç yadırgamıyordu anasıyla babası. Ne de olsa ileri görüşlü insanlar. Gece
yarısına doğru dışarı çıktım. Şöyle boş bir kompartıman aradım. Aslında
bulabileceğimi sanmıyordum ya. Şans işte. Buldum. Aceleyle döndüm yanlarına.
Biraz çıkalım mı dışarıya, dedim. Sesini çıkarmadı, gülerek geldi yanıma. Biraz
durduk konuşmadan. Şurada boş bir kompartıman var, oturalım mı dedim, baygın
bir sesle oui dedi. Girdik.
Epey bir
müddet sönmedi odanın ışığı. ........ anlarını anlattı durdu. Diğerleri iştahla
dinliyordu. Sanırım bol bol yalan da katıyordu. Bunu anlayan bazıları zevkle
bağırıyorlardı.
- Yapma vay…
- Öf be…
Aslında
anlattıklarını hepsi de yalan olsa bu yalandan her iki taraf da memnundu.
Alışmalı
mıyım buna? Nedir etin konumu? İnsan kendisiyle eti arasında ölçülü tercihini
yapmazsa nerede kalır insanlığı.
Uyuyabilmiştim sonunda
Hareket Günü / Temmuz 974
Annem de
geliyor halamla gara. Bir şeyler hazırlamışlar, yol için. Yol üç gün sürecek
diye bol bol konserve yiyecek, domates, salatalık, biber, peynir alıyor herkes
yanına. Ben de… Annemin getirdiği dolmalarla pişmiş taze yemeğim de oluyor.
Tren hareket edene kadar annemle halam garda kalıyorlar. Gümrükte, öğrenci olduğumuz için kolaylık
gösteriyorlar. Akşamüzeri biniyoruz trene.
Annem el
sallıyor. Bu, annemin beni ilk yolucu edişi miydi? Uzaklaşıyoruz birbirimizden tren hızlandıkça…
Görünmüyorlar artık. Batmaya başlayan bir temmuz güneşinin altında deniz iyi yolculuklar
diliyor pembemsi yüzüyle. Uzaklaştıkça inceliyor boğaz köprüsü. O da gözden kayboluyor sonunda. Eski surlar,
yeni şehre karşı direnmeye çalışan her taşıyla pörsümez bir yaşanmışın,
şimdiden çürümeye başlayan sözde yeniye karşı isyanı. Betona karşı sularıyla,
ağaçlarıyla, gizemli surlarıyla başkaldırıyor yaşanmış İstanbul.
Şimdiye
esasla bağıntısı olmayan, donmuş bir geçmiş İstanbul Yahya Kemal’de. İstanbul’u
biraz sevme hakkı tanıyabiliriz yine de.
- Yahya Kemal
mi?
Ha evet
Yahya kemal;
“Bozgunda
bir fetih düşü.
Şimdi ben
bozgun yaşayan bir ulus gibi
Bozgununu
yaşayan ulusum gibi
Gömülüyorum
yabancı bir geceye”
(Sezai Karakoç)
Yurt
dışına ilk çıkışım. Ayrılış yerinin İstanbul
olması, salt İstanbul’dan ayrılıyormuşum
gibi geldi. Ayrılık duygum İstanbul’un bağrında yoğunlaştı. Uzun uzun
seyrediyorum denizi. Bir tür konuşuyoruz. Kucaklıyoruz birbirimizi serin.
Evet,
şimdi batı’ya gidiyoruz. Tanzimat sonrası aydınlarımızın ortak sevgilisi batıya…
İslam uygarlığından, kendi öz uygarlığımızdan koparak ayaklarına kapandığımız,
yüzyılların günahını affettirebilmek
için yalvardığımız batıya…
Tedirginiz
biraz. Arkadaşlardan biri gelmedi.
Sabaha
karşı Edirne'de yetişiyor bize arkadaşımız. Taksiyle kovalamış treni sınıra
kadar.
Yolculuğumuzun İlk Gün
Bulgaristan.
Kimi yerleri ağaçlı buğday tarlalarını, içinden geçtiğimiz köyleri iyice görebilmek
için, çoğumuz koridora çıktık. Bir rejimin niteliğini, uygulanış tarzını
anlayabileceğiniz gibi en küçük ayrıntıyı gözden kaçırmamaya çalışıyoruz. Geçtiğimiz
köylerin hemen hemen hepsindeki evlerin pencereleri kapalı. Kapakları var her
pencerenin, diyor biri. Tarlada çalışan insan arıyoruz dikkatle.
Bulgaristan'a girişimizde sabahtı. Su almak için inmiştim trenden bir istasyonda,
elimde şişeyle. Bizden birkaç vagon ilerideki çeşmeye yöneldim. Tren ya da gar
memuru olduğunu sandığım biri benden tarafa bağırıyor. Arkama dönüyorum,
kimsecikler yok ortalıkta. O ise bağırıyor durmadan. Kırmızı, geniş yüzünün
daha kırmızılaştığını görüyorum bana yaklaştıkça. Vagonun kapısı açık, kendimi
zor atıyorum içeri.
Banaymış
o bağırıp çağırmalar. Su almaya inmem içinmiş.
- Hani
su, diye dudakları kurumuş bir arkadaş bağırıyor.
Öfkeyle.
— Burası Bulgarya,
diyorum.
— Sana
mıydı o bağırtılar?
Hala
anlayamamış olmasına kızıyorum içimden.
— Burası Bulgarya.
Karşımdaki
yineliyor az önce söylediklerimi. Öteki kızıyor rejimle dalga geçilmesine.
Susuyorum. Nuri Pakdil’in bir iki cümlesi aklımda kalan: “Bir ulusun iç yapısı,
insanların alışkanlıkları, davranışları, ruhsal ve manevi yönleri kısa süre
içerisinde anlaşılamaz. Uzun süre kalmalı o ülkede, çeşitli durumlardaki
davranışlara tanık olmalı, bir yargıya varmak kolay değil.”
Ne ki
özünde ruh kıyıcılığı hakim olan bir rejimin insanlarında “ruhsal ve manevi
yönler” zor bulunur. İnsanı yeyip tüketen bir kemirgendir rejim. Kaydetmem
gereken birkaç şey daha: Bulgaristan’a girerken gümrük memurları geliyor vagona,
her kompartımanın kapısını açıyorlar tek tek. Bizimkini de açtılar.
— Haşiş?
Haşiş?
Bir
Bulgar memuru “esrar var mı?” anlamında soruyor.
Ne cevap
verseydik ki…? Gülüşmekle yetiniyoruz.
Arkadaşlardan biri başka vagona geçmiş. Bulgar memur rehber öğretmenimize dik
dik bakarak tekrarlıyor.
— Bulmalı onu… Bulmalı onu.
Bulgarya’da
hep inadına tarlalardan mı uzayıp gidiyor tren yolu?
Öğleye
doğru büyükçe bir istasyonda demiryolu işçilerini görüyoruz çalışırlarken.
- Aaaa… Aralarında
bir kadın var. Elinde kazma sallayıp duruyor… İşte, işte.
Hepimiz
sesin geldiği yana koşuyoruz. Yaptığını işin niteliğine yakışıp yakışmadığı
tartışılıyor. Gücü ve doğurganlığı açısından ele alıyor biri de sorunu. Uzun
tartışmalardan sonra ortak bir karara varılıyor: Bu işde de kadın çalıştırılır
mı?...
İstasyona
yakın binalarda koca koca afişler görüyoruz. Ne yazıyor, diye bir merak bir merak…
Bulgarca bilen de yok aramızda. Uzun boylu, kıvırcık saçlı, iri yarı arkadaşımız
yazıları sökmeye çalışır pozlarda.
- Buldum,
diyor… Afiştekini buldum: Çalış İvan çalış tarla senindir.
Katıla
katıla gülenler, surat asanlar var.
Unutuyordum…
Arkadaşlardan biri sürekli not tutuyor: Saat kaçta nereye geldik, ne yaptık ne
içtik. Sıkılırım matematik notlardan. Yolculuk bittikten sonra belleğimde
kalanları yeğlerim. Nedense korkarım, olayların o an beni sarabileceği
duygusallıktan, bu yüzden beni götüreceği yanlış yargılardan. Bekledikçe daha
bir durulur her şey. Daha bir tutarlı, olumlu yazabilirim yazacaklarımı.
Ah bu
istasyonda da yoğun duygular yaşadık birbirine zat … Tren hareket etmeden biri
gelip, yanımdaki pencereye dayanıyor. On beş yaşlarında, zayıf, soluk benizli,
kısa boylu, hafif esmerce biri. Dışarıyı seyreder gibi yapıyor.
- Türksün
galiba?
Şaşırıyorum
önce. Anlıyorum. Bakmadan, evet, diyorum ben de. Neden korktuğunu, aradan birkaç dakika
geçmeden bir Bulgar memuru görür görmez tedirginlikle yanımdan uzaklaşınca anlıyorum.
İnsan insandan korkuyor. Giderken aldığım cevaptan Türk olduğunu öğrenmiştim.
Türk olduğu için miydi korkusu? Yoksa bu rejimde herkes herkesten mi korkuyor?
Nedir bu tedirginlik? Yanılıyorum belki diyorum. Fazla genelleştiriyorum. Ne
ki, biraz önce yanımda duran canlı varlığın tedirginliği bana da bulaşıyor
farklı bir biçimde. İçinden geçtiğimiz ülkeyi ıpıssız tahayyül edebiliyorum.
Türkiye’deyken,
Bulgaristan’dan gelen, sonra dost olduğumuz bir Türk'le konuşmuştum. Tedirginlik
üstüneydi. Altı yıl oluyordu geleli.
- Tedirginlik
nedir, bilir misin? En yakın arkadaşım yaklaştı bin gün yanıma. Bundan böyle
sokakta kimseyle konuşmayacaksın. Öyle istiyorlar. İyiliğin için söylüyorum, ne
de olsa bir dostluğumuz oldu. Hakkında iyi düşünmüyorlar, dedi. Evet, onlar
istiyorlar. ONLAR… o da onlardandı? Ne ki, bir yerlerinde bir tutam bir şeyler
kalmıştı. Seviyordu belki. -Seviyor muydu?... Komik.- Son bir iyilikti belki aramızda geçen bu
birkaç cümlelik konuşmadan sonra başka bir köye sürüldüm. Tayinim çıktı yani.
Trenle her gün gidip gelirdim. Peşime de birini taktılar. Türkiye’ye göç
edebilmek umuduyla müracaatımı yapmıştım. Saçlarımı görüyorsun değil mi?
Bembeyaz değil mi?.. Her gece alıp
götürülmek, çocuklarımdan koparılmak, Bulgaristan’ın bilmem hangi ormanına
atılacak bedenime yapılacak eziyetleri düşünmekle geçen geceler. Ve bu korkunun
verdiği tedirginlik… Tedirginlik.
Aynı
çocuğu koridordan aceleyle geçerken görüyorum.
İkinci Gün
Yugoslavya’da
daha rahatız Bulgarya’ya nazaran. İnip su doldurabildik yani. Buz gibi suyu var
Belgrad istasyonunun Temmuz ayında. Bir kaç defa gidiliyor bu yüzden su
doldurmak için. Tuna sessiz, garip, kıvrılarak, geçmiş günlerin özlemiyle
uzanıyor Belgrad’dan doğuya… - Bir zamanlar insanı bizdendi buraların.
Uzanmıştık buralara dek. Barış getirmiştik, sevgiyi getirmiştik. (Ortaokulda,
lisede bazı öğretmenlerimiz, gidip oraları haraca bağladık, sömürdük derlerdi.
Bile bile mi gerçeğin tersine konuşurlardı, doğruyu söylemek mi yasaktı? Sonraları
okumuş, öğrenmiştim. Hatta Yugoslav iktisatçılarının, o zamanın Osmanlısı için,
aldığı vergiden çok yatırım yapmış, şenlendirmiş, iş sahası açmış diyorlardı)-.
Bilmem neden Bulgarya’da içime sinen o katı soğukluk burada biraz kayboldu. Gülebilen
insanlar gördüm, ondan mı? Tebessüm edebilmeli insan. Yoksa bir şeylerin
eksikliği anlaşılır. Sevinmeden yaşanılır mı? Belki de bu rejimlerden insanın
sevinmesi, ya da sevincini belirtmesi daha başka biçimlerde oluyor. Kim bilir…
İtalya’da
hızlandı tren. Venedik’in bir kısmını şöyle bir seyrediyoruz içinden geçerken. Triasta’de
tren değiştiriyoruz. İtalya yeşil mi, yoksa geçtiğimiz yerler mi?... Doyuyorsunuz
yeşile. Ya da şöyle diyeyim: Pencereden ayrılamıyorsunuz.
Gece
ışıklar altında seyrettiğimiz şehir Cenova mıydı?
İsviçre’den
gece geçiyoruz. Uyumuşum. Ancak sabaha karşı, Fransa’ya girdikten sonra
uyanabiliyorum.
Sabahın
okşayıcı serinliği altında geçtiğimiz yerler hep yeşil.
Bir-iki
saat sonra indik Paris’e. Ellerimizde valizler Seine nehrinin diğer yakasındaki
gar’a geçip P…. ya hareket edeceğiz.
Epey dolaştık yerin altında. Metro mu?
- …….
------------------------------------------------
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder