27 Nisan 2014 Pazar

ADNAN TEKŞEN



Ozan/Yazar/Çevirmen/ Hikayeci/Bürokrat

DOĞUMU:  Pazarcık’ta 1955’de doğdu.

ÖĞRENİMİ: Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Fransızca Bölümü ve A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi Psikoloji Bölümünü bitirdi. Yüksek lisans ve doktora yaptı.

YAPTIĞI GÖREVLER: Enerji Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü, milletvekili danışmanlığı görevlerinde bulundu. TİKA’da proğram koordinatörü ve Başkan Yardımcısı olarak çalıştı.

EDEBİ HAYATI

Yazıları,   Çağa Kıyam, Aylık Dergi, Mavera, Yönelişler, İlim ve Sanat, Yedi İklim, Yeni Devir, Zaman, Sağduyu dergi ve gazetelerinde yayınlandı. Dünya edebiyatından çeviriler yaptı.

KURUCU ÜYE: Kıyam, Yönelişler, Aylık Dergi, İlim ve Sanat ve Zaman gazetesi kurucularından oldu.

DANIŞMAN: Yenişafak ve Sağduyu gazetelerinde, Radyo Birlik, Kanal 7 ve Ostim Radyo-TV’de danışmanlık yaptı.

ESERİ: Kentleşme Sürecinde Bir Tampon Mekanizma Olarak Hemşehrilik - 2003’dir.

------

ŞİİRİ

1. AĞIP HÜZÜNLE

Ölüm tutuşmasıdır saçlarında zamanın
Kadife bir elin  tarayışı
Yıldızların gülümsemesidir sükuna
Çökmüş bir günün uzayışı
Ölüm bir çizgidir kahkahasız yüzünde
İnci şavkırması aydınlık dürümü
Mavi ellerinde saflığın

Uzanan karanfil demeti
Çılğın gölgelerinde parmaklıkların
Ve bir açılıp kapanan
Soluksuz perde zindanlara

Ölüm paslanmaz bir zincir gibi
Ulayandır geceleri çocuk gülüşlerinde

Sarılmasıdır bir anın
Parmaklarına zamanın


2. ÖLÜ
Gecenin koynunda ay
Alımlı gözleriyle tabutta ölü
Yün yorgan sıcağı toprağı
Çeker uzanır ölü
Bir sonsuz uykuya
        sonsuz uykuya

Doğurgan tülü           
Ölü ak sütün bırakır başında

Göğsünde papatya
Ay büyürken ellerimizde


3. ay 

Ay umutlar büyütür ellerimde
Bahçelerde sevişmedir sürer
Ölümü yeşertirken erik dallarında
Kedi ve ben

Ay uzaklaşır ellerimden
Güllerle pembemsi susuyorum
Kedi ölüm ve ben

adnan tekşen 

çağa KIYAM dergisi / eylül 1977 

-------------

BİR YAZISI 

BİR ÖĞRENCİNİN 
GÜNLÜĞÜNDEN
        
Temmuz 1974

İstanbul'dan bineceğiz trene. Bu nedenle birkaç gün önce geldik. Enstitüde toplanacağız. Yolculuğa bir gün kala, ben de akrabalardan okula gidiyorum. Bir odada kalıyorum birkaç arkadaşla birlikte.
- Demek bu ikinci gidiş diye, ünlüyor biri.
- Tabi ya, diye karşılık veriyor soru sorulan.
Sonrada devam ediyor.
- Şimdi gideceğiniz üniversitenin müdürünün küçük bir çocuğu vardı. Çok severdik. Bir gün baktık merdivenden düşmüş, ilk ben gördüm, alıp götürdüm çabucak çocuğu sağlık odasına. Babası geldi sonra, olayı duymuş. Koşa koşa gelmiş korkarak. Hemşire korkmamasını söyledi, ben de olup bitenleri anlattım. Defalarca teşekkür etti bana. Gideceğimize yakın çevirdi beni. Bir daha gelmek ister misin gelecek yıl buraya, diye sordu. Evet, dedim. Okula davet yazısı göndermiş. Salt yol paramla harçlığımı almam yetiyordu. Parasız yatıp kalkacağım pansiyonda.
Sözlerinin burasına gelince hepimizi bir süzdü. Zaferinin sevincini, gururunu yaşamak istiyor olmalıydı.
- Hem de, diye ekledi, sizin gibi kurs derdi de yok bu kez.
- Kurs sıkıcı mı oluyor ki diye sordu yanımdaki.
Daha cevaplamasına fırsat kalmadan bir diğeri ekledi.
- Laf mı seninki de, kurs işte adı üstünde. Ders olur da sıkıcı olmaz mı?
- ………..
Sıkılmıştım, çıkıp oturdum biraz bahçede. Odaya döndüğümde, hala deminki konuşmanın odağındaydı, anladığım kadarıyla.
- Bir müddet ailesiyle aynı kompartımanda oturduk. Rahatça el şakası yapabiliyordum. Hiç yadırgamıyordu anasıyla babası. Ne de olsa ileri görüşlü insanlar. Gece yarısına doğru dışarı çıktım. Şöyle boş bir kompartıman aradım. Aslında bulabileceğimi sanmıyordum ya. Şans işte. Buldum. Aceleyle döndüm yanlarına. Biraz çıkalım mı dışarıya, dedim. Sesini çıkarmadı, gülerek geldi yanıma. Biraz durduk konuşmadan. Şurada boş bir kompartıman var, oturalım mı dedim, baygın bir sesle oui dedi. Girdik.

Epey bir müddet sönmedi odanın ışığı. ........ anlarını anlattı durdu. Diğerleri iştahla dinliyordu. Sanırım bol bol yalan da katıyordu. Bunu anlayan bazıları zevkle bağırıyorlardı. 

- Yapma vay
Öf be…

Aslında anlattıklarını hepsi de yalan olsa bu yalandan her iki taraf da memnundu.

Alışmalı mıyım buna? Nedir etin konumu? İnsan kendisiyle eti arasında ölçülü tercihini yapmazsa nerede kalır insanlığı.

Uyuyabilmiştim sonunda

Hareket Günü / Temmuz 974

Annem de geliyor halamla gara. Bir şeyler hazırlamışlar, yol için. Yol üç gün sürecek diye bol bol konserve yiyecek, domates, salatalık, biber, peynir alıyor herkes yanına. Ben de… Annemin getirdiği dolmalarla pişmiş taze yemeğim de oluyor. Tren hareket edene kadar annemle halam garda kalıyorlar.  Gümrükte, öğrenci olduğumuz için kolaylık gösteriyorlar. Akşamüzeri biniyoruz trene.

Annem el sallıyor. Bu, annemin beni ilk yolucu edişi miydi? Uzaklaşıyoruz birbirimizden tren hızlandıkça… Görünmüyorlar artık. Batmaya başlayan bir temmuz güneşinin altında deniz iyi yolculuklar diliyor pembemsi yüzüyle. Uzaklaştıkça inceliyor boğaz köprüsü.  O da gözden kayboluyor sonunda. Eski surlar, yeni şehre karşı direnmeye çalışan her taşıyla pörsümez bir yaşanmışın, şimdiden çürümeye başlayan sözde yeniye karşı isyanı. Betona karşı sularıyla, ağaçlarıyla, gizemli surlarıyla başkaldırıyor yaşanmış İstanbul.

Şimdiye esasla bağıntısı olmayan, donmuş bir geçmiş İstanbul Yahya Kemal’de. İstanbul’u biraz sevme hakkı tanıyabiliriz yine de.

- Yahya Kemal mi?
Ha evet Yahya kemal;

“Bozgunda bir fetih düşü.

Şimdi ben bozgun yaşayan bir ulus gibi
Bozgununu yaşayan ulusum gibi
Gömülüyorum yabancı bir geceye”
                           (Sezai Karakoç)
Yurt dışına ilk çıkışım.  Ayrılış yerinin İstanbul olması,  salt İstanbul’dan ayrılıyormuşum gibi geldi. Ayrılık duygum İstanbul’un bağrında yoğunlaştı. Uzun uzun seyrediyorum denizi. Bir tür konuşuyoruz. Kucaklıyoruz birbirimizi serin.

Evet, şimdi batı’ya gidiyoruz. Tanzimat sonrası aydınlarımızın ortak sevgilisi batıya… İslam uygarlığından, kendi öz uygarlığımızdan koparak ayaklarına kapandığımız, yüzyılların  günahını affettirebilmek için yalvardığımız batıya…

Tedirginiz biraz. Arkadaşlardan biri gelmedi.
Sabaha karşı Edirne'de yetişiyor bize arkadaşımız. Taksiyle kovalamış treni sınıra kadar.

Yolculuğumuzun İlk Gün

Bulgaristan. Kimi yerleri ağaçlı buğday tarlalarını, içinden geçtiğimiz köyleri iyice görebilmek için, çoğumuz koridora çıktık. Bir rejimin niteliğini, uygulanış tarzını anlayabileceğiniz gibi en küçük ayrıntıyı gözden kaçırmamaya çalışıyoruz. Geçtiğimiz köylerin hemen hemen hepsindeki evlerin pencereleri kapalı. Kapakları var her pencerenin, diyor biri. Tarlada çalışan insan arıyoruz dikkatle.

Bulgaristan'a girişimizde sabahtı. Su almak için inmiştim trenden bir istasyonda, elimde şişeyle. Bizden birkaç vagon ilerideki çeşmeye yöneldim. Tren ya da gar memuru olduğunu sandığım biri benden tarafa bağırıyor. Arkama dönüyorum, kimsecikler yok ortalıkta. O ise bağırıyor durmadan. Kırmızı, geniş yüzünün daha kırmızılaştığını görüyorum bana yaklaştıkça. Vagonun kapısı açık, kendimi zor atıyorum içeri.

Banaymış o bağırıp çağırmalar. Su almaya inmem içinmiş.
- Hani su, diye dudakları kurumuş bir arkadaş bağırıyor.

Öfkeyle.
— Burası Bulgarya, diyorum.
— Sana mıydı o bağırtılar?
Hala anlayamamış olmasına kızıyorum içimden.
— Burası Bulgarya.

Karşımdaki yineliyor az önce söylediklerimi. Öteki kızıyor rejimle dalga geçilmesine. Susuyorum. Nuri Pakdil’in bir iki cümlesi aklımda kalan: “Bir ulusun iç yapısı, insanların alışkanlıkları, davranışları, ruhsal ve manevi yönleri kısa süre içerisinde anlaşılamaz. Uzun süre kalmalı o ülkede, çeşitli durumlardaki davranışlara tanık olmalı, bir yargıya varmak kolay değil.”

Ne ki özünde ruh kıyıcılığı hakim olan bir rejimin insanlarında “ruhsal ve manevi yönler” zor bulunur. İnsanı yeyip tüketen bir kemirgendir rejim. Kaydetmem gereken birkaç şey daha: Bulgaristan’a girerken gümrük memurları geliyor vagona, her kompartımanın kapısını açıyorlar tek tek. Bizimkini de açtılar.

— Haşiş? Haşiş?
Bir Bulgar memuru “esrar var mı?” anlamında soruyor.

Ne cevap verseydik ki…?  Gülüşmekle yetiniyoruz. Arkadaşlardan biri başka vagona geçmiş. Bulgar memur rehber öğretmenimize dik dik bakarak tekrarlıyor.
 — Bulmalı onu… Bulmalı onu.

Bulgarya’da hep inadına tarlalardan mı uzayıp gidiyor tren yolu?

Öğleye doğru büyükçe bir istasyonda demiryolu işçilerini görüyoruz çalışırlarken.
- Aaaa… Aralarında bir kadın var. Elinde kazma sallayıp duruyor… İşte, işte.

Hepimiz sesin geldiği yana koşuyoruz. Yaptığını işin niteliğine yakışıp yakışmadığı tartışılıyor. Gücü ve doğurganlığı açısından ele alıyor biri de sorunu. Uzun tartışmalardan sonra ortak bir karara varılıyor: Bu işde de kadın çalıştırılır mı?...

İstasyona yakın binalarda koca koca afişler görüyoruz. Ne yazıyor, diye bir merak bir merak… Bulgarca bilen de yok aramızda. Uzun boylu, kıvırcık saçlı, iri yarı arkadaşımız yazıları sökmeye çalışır pozlarda.

- Buldum, diyor… Afiştekini buldum: Çalış İvan çalış tarla senindir.

Katıla katıla gülenler, surat asanlar var.

Unutuyordum… Arkadaşlardan biri sürekli not tutuyor: Saat kaçta nereye geldik, ne yaptık ne içtik. Sıkılırım matematik notlardan. Yolculuk bittikten sonra belleğimde kalanları yeğlerim. Nedense korkarım, olayların o an beni sarabileceği duygusallıktan, bu yüzden beni götüreceği yanlış yargılardan. Bekledikçe daha bir durulur her şey. Daha bir tutarlı, olumlu yazabilirim yazacaklarımı.

Ah bu istasyonda da yoğun duygular yaşadık birbirine zat … Tren hareket etmeden biri gelip, yanımdaki pencereye dayanıyor. On beş yaşlarında, zayıf, soluk benizli, kısa boylu, hafif esmerce biri. Dışarıyı seyreder gibi yapıyor.

- Türksün galiba?

Şaşırıyorum önce. Anlıyorum. Bakmadan, evet, diyorum ben de. Neden korktuğunu, aradan birkaç dakika geçmeden bir Bulgar memuru görür görmez tedirginlikle yanımdan uzaklaşınca anlıyorum. İnsan insandan korkuyor. Giderken aldığım cevaptan Türk olduğunu öğrenmiştim. Türk olduğu için miydi korkusu? Yoksa bu rejimde herkes herkesten mi korkuyor? Nedir bu tedirginlik? Yanılıyorum belki diyorum. Fazla genelleştiriyorum. Ne ki, biraz önce yanımda duran canlı varlığın tedirginliği bana da bulaşıyor farklı bir biçimde. İçinden geçtiğimiz ülkeyi ıpıssız tahayyül edebiliyorum.

Türkiye’deyken, Bulgaristan’dan gelen, sonra dost olduğumuz bir Türk'le konuşmuştum. Tedirginlik üstüneydi. Altı yıl oluyordu geleli.

- Tedirginlik nedir, bilir misin? En yakın arkadaşım yaklaştı bin gün yanıma. Bundan böyle sokakta kimseyle konuşmayacaksın. Öyle istiyorlar. İyiliğin için söylüyorum, ne de olsa bir dostluğumuz oldu. Hakkında iyi düşünmüyorlar, dedi. Evet, onlar istiyorlar. ONLAR… o da onlardandı? Ne ki, bir yerlerinde bir tutam bir şeyler kalmıştı. Seviyordu belki. -Seviyor muydu?... Komik.-  Son bir iyilikti belki aramızda geçen bu birkaç cümlelik konuşmadan sonra başka bir köye sürüldüm. Tayinim çıktı yani. Trenle her gün gidip gelirdim. Peşime de birini taktılar. Türkiye’ye göç edebilmek umuduyla müracaatımı yapmıştım. Saçlarımı görüyorsun değil mi? Bembeyaz değil mi?..  Her gece alıp götürülmek, çocuklarımdan koparılmak, Bulgaristan’ın bilmem hangi ormanına atılacak bedenime yapılacak eziyetleri düşünmekle geçen geceler. Ve bu korkunun verdiği tedirginlik… Tedirginlik.

Aynı çocuğu koridordan aceleyle geçerken görüyorum.

İkinci Gün

Yugoslavya’da daha rahatız Bulgarya’ya nazaran. İnip su doldurabildik yani. Buz gibi suyu var Belgrad istasyonunun Temmuz ayında. Bir kaç defa gidiliyor bu yüzden su doldurmak için. Tuna sessiz, garip, kıvrılarak, geçmiş günlerin özlemiyle uzanıyor Belgrad’dan doğuya… - Bir zamanlar insanı bizdendi buraların. Uzanmıştık buralara dek. Barış getirmiştik, sevgiyi getirmiştik. (Ortaokulda, lisede bazı öğretmenlerimiz, gidip oraları haraca bağladık, sömürdük derlerdi. Bile bile mi gerçeğin tersine konuşurlardı, doğruyu söylemek mi yasaktı? Sonraları okumuş, öğrenmiştim. Hatta Yugoslav iktisatçılarının, o zamanın Osmanlısı için, aldığı vergiden çok yatırım yapmış, şenlendirmiş, iş sahası açmış diyorlardı)-.

Bilmem neden Bulgarya’da içime sinen o katı soğukluk burada biraz kayboldu. Gülebilen insanlar gördüm, ondan mı? Tebessüm edebilmeli insan. Yoksa bir şeylerin eksikliği anlaşılır. Sevinmeden yaşanılır mı? Belki de bu rejimlerden insanın sevinmesi, ya da sevincini belirtmesi daha başka biçimlerde oluyor. Kim bilir…

İtalya’da hızlandı tren. Venedik’in bir kısmını şöyle bir seyrediyoruz içinden geçerken. Triasta’de tren değiştiriyoruz. İtalya yeşil mi, yoksa geçtiğimiz yerler mi?... Doyuyorsunuz yeşile. Ya da şöyle diyeyim: Pencereden ayrılamıyorsunuz.

Gece ışıklar altında seyrettiğimiz şehir Cenova mıydı?

İsviçre’den gece geçiyoruz. Uyumuşum. Ancak sabaha karşı, Fransa’ya girdikten sonra uyanabiliyorum.
Sabahın okşayıcı serinliği altında geçtiğimiz yerler hep yeşil.

Bir-iki saat sonra indik Paris’e. Ellerimizde valizler Seine nehrinin diğer yakasındaki gar’a geçip P…. ya  hareket edeceğiz. Epey dolaştık yerin altında. Metro mu?

- …….

çağa KIYAM 


------------------------------------------------

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder